12 Mart '14
1979 Darüşşafaka mezunu Prof. Dr. Sabahattin Aydın, “Neticede elektriği, suyu dahi olmayan bir evden çıkıp, profesörlük mertebesine ulaşıyorsunuz. Tıp fakültesinde bir hocamız hayat denkleminin bilgi, beceri, eğitim, maddi olanak ve şansın çarpımları olduğunu söylemiş ve ‘eğer şans sıfır ise sonuç sıfır olur’ demişti. İşte geriye dönüp baktığımda, benim kaderimde şans faktörünün Darüşşafaka’yla devreye girdiğini görüyorum” diyor.

Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sabahattin Aydın, 1971’de başladığı Darüşşafaka’dan 1979’da mezun oluyor. Aynı yıl Darüşşafaka’dan üç arkadaşıyla birlikte İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ne giriyor. 1985-1987 yıllarında MEB Gümüşhane Sağlık Eğitim Merkezi’nde pratisyen hekim olarak görev yapıyor. 1992’de Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimini tamamlayan Aydın, 1992-1994 yıllarında Geyve Devlet Hastanesi’nde uzman doktor olarak çalışıyor. 1994’te Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atanan Aydın, 1996’da doçent, 2003’te profesör oluyor. Başhekim yardımcılığı, anabilim dalı başkanlığı, cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı ve dekan yardımcılığı görevlerinde bulunuyor. Bir dönem Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olan, bugünse İstanbul Medipol Üniversitesi Rektörü olarak akademik hayatına devam eden Prof. Dr. Sabahattin Aydın’la Darüşşafaka’yla değişen yaşam öyküsünü konuştuk.

İlkokul öğretmenim Sabahat Öztan sayesinde… Darüşşafaka’yla kaderim değiştiyse bu değişime öncü olan kişilerin başında ilkokul öğretmenim geliyor. Kendisiyle hâlâ irtibatım devam ediyor. İstanbul, Zincirlikuyu’da bir gecekonduda yaşıyorduk. Esentepe Şair Nedim İlkokulu’na gidiyordum. Daha çok subay çocuklarının gittiği bir okuldu ve ben, o öğrenciler arasında başarısıyla göze batan bir öğrenciydim. Öğretmenim, Darüşşafaka Sınavı’na başvuru formunu temin etmiş ve başvurmamı söylemişti. Yıl: 1971… O yıl Darüşşafaka’ya ilk kez kız öğrenciler de alınacaktı. Ayrıca, benim gibi babası hayatta olan öğrencilere de kontenjan tanınmıştı. Bu nedenle bütün iletişim kısıtlılığına rağmen Darüşşafaka’ya yüksek sayıda müracaat olmuştu. Öyle ki sınava babamla gitmiştik ve kalabalığı gören babam, “Bu kadar çocuk içinde bizim çocuk nasıl kazanacak” diye üzülmüştü.
Sınavdan sonraki sürece dair neler hatırlıyorsunuz?
Öncelik babası hayatta olmayan öğrencilerde olduğu için benim gibi babası hayatta olanların hepsi yedek ilan edildi. Sağlık kontrollerimiz yapıldı, bir sürü testten geçtik ama hep okula alınıp alınmayacağımızın tereddüdünü yaşadık. Sonuçta hepimiz alındık ve benim de Darüşşafaka maceram başladı.
Öncelik babası hayatta olmayan öğrencilerde olduğu için benim gibi babası hayatta olanların hepsi yedek ilan edildi. Sağlık kontrollerimiz yapıldı, bir sürü testten geçtik ama hep okula alınıp alınmayacağımızın tereddüdünü yaşadık. Sonuçta hepimiz alındık ve benim de Darüşşafaka maceram başladı.
Aileniz yatılı okula gitmenizi nasıl karşıladı? Zorlandılar mı?
Açıkçası ailem hiç zorluk çekmedi. Çünkü iki odalı bir gecekonduda oturuyorduk. Fiziki şartlarımız çok zordu. Evimizde elektrik ve su yoktu. O yıllar ağabeyim de lise öğrencisiydi ve biz gaz lambası ışığında ders çalışırdık. Bunun yanı sıra okula gidebilmek için her gün yaklaşık 4-5 km yol yürüyordum. Böyle bir ortamdan sonra üst katta yatıp kalkıp, aşağıda kahvaltı yapıp, orta katta derse girmek inanılmaz lüks bir hayattı. Darüşşafaka’da bize her yıl takım elbise ve iki yılda bir de kışlık palto verilirdi. Yoksul ailelerde adettir, büyüklerin elbiselerini daha sonra küçükler giyerler. Benim ailemde ise tersi olurdu. Ağabeyimin, ikinci yıl benim elbiselerimi, en azından paltomu giydiği olmuştur. Darüşşafaka, bir anlamda sosyal imkân olarak beni ailemin üstüne çıkarmıştı. Bundan ötürü ailem, Darüşşafaka’yı benim için büyük bir fırsat olarak görmüştü. Elbette ki evden ayrıldığımda zorlanmışlardır ama bunu bana hiç hissettirmediler.
Açıkçası ailem hiç zorluk çekmedi. Çünkü iki odalı bir gecekonduda oturuyorduk. Fiziki şartlarımız çok zordu. Evimizde elektrik ve su yoktu. O yıllar ağabeyim de lise öğrencisiydi ve biz gaz lambası ışığında ders çalışırdık. Bunun yanı sıra okula gidebilmek için her gün yaklaşık 4-5 km yol yürüyordum. Böyle bir ortamdan sonra üst katta yatıp kalkıp, aşağıda kahvaltı yapıp, orta katta derse girmek inanılmaz lüks bir hayattı. Darüşşafaka’da bize her yıl takım elbise ve iki yılda bir de kışlık palto verilirdi. Yoksul ailelerde adettir, büyüklerin elbiselerini daha sonra küçükler giyerler. Benim ailemde ise tersi olurdu. Ağabeyimin, ikinci yıl benim elbiselerimi, en azından paltomu giydiği olmuştur. Darüşşafaka, bir anlamda sosyal imkân olarak beni ailemin üstüne çıkarmıştı. Bundan ötürü ailem, Darüşşafaka’yı benim için büyük bir fırsat olarak görmüştü. Elbette ki evden ayrıldığımda zorlanmışlardır ama bunu bana hiç hissettirmediler.
Sizin için zor oldu mu?
Tabii ki, o yaştaki her çocuk için aileden ayrılmak zor olur. Yaşadığım zorluğu çok basit bir örnekle anlatayım. İlk gün yatakhanelerimize yerleşiyoruz, dolaplar belli olmuş. O kalabalıkta yataklar arasında babamı kaybettim ve ağlamaya başladım. Aynı yatakhanedeyiz ama babamı gözden yitirmek bile o an beni ağlatmıştı. Ancak ailem İstanbul’da olduğu için hafta sonları evime gidiyordum. O da aileden ayrılmanın yarattığı sorunlardan beni kurtarıyordu.
Tabii ki, o yaştaki her çocuk için aileden ayrılmak zor olur. Yaşadığım zorluğu çok basit bir örnekle anlatayım. İlk gün yatakhanelerimize yerleşiyoruz, dolaplar belli olmuş. O kalabalıkta yataklar arasında babamı kaybettim ve ağlamaya başladım. Aynı yatakhanedeyiz ama babamı gözden yitirmek bile o an beni ağlatmıştı. Ancak ailem İstanbul’da olduğu için hafta sonları evime gidiyordum. O da aileden ayrılmanın yarattığı sorunlardan beni kurtarıyordu.

Peki, Darüşşafaka’da verilen eğitim nasıldı?
O yıllarda hazırlık sınıfı iki yıldı. Müdürümüz Nazıma Antel’di ve aynı zamanda İngilizce derslerimize girerdi. Nazıma Hanım’ın ayak seslerini hepimiz tanırdık. Tüm yaramazlıklar Nazıma Hanım’ın koridorun ucuna ayak basmasıyla son bulurdu. Yine bizlerin İngilizce öğrenmesinde büyük payı olan Hayrettin Cete vardı. Bunun yanında yabancı hocalarımız olurdu. Hazırlık 1. sınıf hepimizi zorlardı, çünkü bir anda yoğun, disiplinli bir eğitimin içinde kendimizi bulurduk. Ayrıca yarışmacı bir eğitim vardı, mesela sınıflar karıştırılır başarı durumuna göre yeniden düzenlenirdi. Bu ara, sıra arkadaşımızı kaybediyor, yeni arkadaşlar edinmek durumunda kalabiliyorduk. Bu nedenle ilk yıl hem sosyalleşme hem de yeni bir ortamın ve ağır ders yükünün getirdiği problemleri yaşadık. Bu döneme uyum sağlayamayan çok arkadaşımız, ayrılmak zorunda kaldı. Oysa küçük yaşta yatılı okula başlayan çocuklara ilk seneler çok iyi rehberlik eğitiminin verilmesi lazım… Şu an Darüşşafaka Yüksek Danışma Kurulu’ndayım ve bu konuda çok ciddi çalışmaların yapıldığını biliyorum. Bundan ötürü de içim çok rahat… Tabii, o yıllarda da böyle faaliyetler olurdu ama son derece sınırlıydı. Örneğin; revirimizde bir hemşiremiz vardı ve sıkıştığımızda onun yanına giderdik. Yine Prof. Dr. Asaf Ataseven Hoca, haftada bir gün gönüllü olarak öğrencileri muayene ederdi. Bununla birlikte hazırlığı bitirdiğimizde hepimiz tam anlamıyla İngilizceyi öğrenirdik. Hazırlık 2. sınıfa en azından derdini İngilizce anlatabilen öğrenciler olarak geçerdik. İngilizceyi grameri, edebiyatıyla gerçekten öğrendiğimiz yıl 2. sınıf olurdu. Hayatı eğitimin içinde geçen biri olarak o yıllar Darüşşafaka’nın verdiği yabancı dil eğitimi ile bugün verilenleri kıyasladığımda bizlerin ne kadar sağlam bir eğitim aldığını daha net görüyorum. Bugün İngilizce okuyan çoğu kişinin Hayrettin (Cete) Bey’in “Structure” dersinin ne anlama geldiğini dahi bilmediğini üzülerek görüyorum. Hazırlıktan sonraki yıllarda da İngiliz, Amerikan veya Doğu edebiyatının klasiklerini İngilizce okuduk. Mesela; Yunus Emre’nin, Ömer Hayyam’ın şiirlerini İngilizce okuduğumuzu hatırlıyorum. Shakespeare’in bazı dizelerini hâlâ ezbere bilirim. Darüşşafaka bize sadece İngilizce değil, beraberinde dünya kültürünü de öğretti ve itiraf etmek gerekirse o tür kitapları ömrüm boyunca bir daha okuma fırsatı bulamadım. Bu açıdan bütün Darüşşafaka eğitimini bir tarafa bırakın, hazırlıkta aldığımız İngilizce ve kültürel altyapı bile ondan sonraki hayatımızda büyük kolaylık sağladı. Mesela, doçentlik sınavına başvuracağım sıralarda bütün arkadaşlarım İngilizce çalışırken, ben dilekçe verip doğrudan başvurdum çünkü üniversitede akademik kadroya başvurmadan önce KPDS’yi vermiştim. Dolayısıyla kıdem olarak doçentliğe arkadaşlarımdan daha önce başvurdum ve ilk sınavda da doçent oldum. Ben, doçent olduğumda başhekim görevini yürüten meslektaşım yardımcı doçentti; ben de başhekim yardımcısıydım. Tabii, başhekim arkadaşım hem yaşça hem meslekçe benden kıdemliydi ama bu süreçte Darüşşafaka’nın sağladığı avantajları kullanarak ileri geçmiştim. Bunun üzerine bir arkadaşım şöyle demişti: “Biz, yarışa sıfır noktasından başlıyoruz. Halbuki sen Darüşşafaka mezunu olarak 10 metre ileriden başlıyorsun, dolayısıyla eşit koşmuyoruz.”
O yıllarda hazırlık sınıfı iki yıldı. Müdürümüz Nazıma Antel’di ve aynı zamanda İngilizce derslerimize girerdi. Nazıma Hanım’ın ayak seslerini hepimiz tanırdık. Tüm yaramazlıklar Nazıma Hanım’ın koridorun ucuna ayak basmasıyla son bulurdu. Yine bizlerin İngilizce öğrenmesinde büyük payı olan Hayrettin Cete vardı. Bunun yanında yabancı hocalarımız olurdu. Hazırlık 1. sınıf hepimizi zorlardı, çünkü bir anda yoğun, disiplinli bir eğitimin içinde kendimizi bulurduk. Ayrıca yarışmacı bir eğitim vardı, mesela sınıflar karıştırılır başarı durumuna göre yeniden düzenlenirdi. Bu ara, sıra arkadaşımızı kaybediyor, yeni arkadaşlar edinmek durumunda kalabiliyorduk. Bu nedenle ilk yıl hem sosyalleşme hem de yeni bir ortamın ve ağır ders yükünün getirdiği problemleri yaşadık. Bu döneme uyum sağlayamayan çok arkadaşımız, ayrılmak zorunda kaldı. Oysa küçük yaşta yatılı okula başlayan çocuklara ilk seneler çok iyi rehberlik eğitiminin verilmesi lazım… Şu an Darüşşafaka Yüksek Danışma Kurulu’ndayım ve bu konuda çok ciddi çalışmaların yapıldığını biliyorum. Bundan ötürü de içim çok rahat… Tabii, o yıllarda da böyle faaliyetler olurdu ama son derece sınırlıydı. Örneğin; revirimizde bir hemşiremiz vardı ve sıkıştığımızda onun yanına giderdik. Yine Prof. Dr. Asaf Ataseven Hoca, haftada bir gün gönüllü olarak öğrencileri muayene ederdi. Bununla birlikte hazırlığı bitirdiğimizde hepimiz tam anlamıyla İngilizceyi öğrenirdik. Hazırlık 2. sınıfa en azından derdini İngilizce anlatabilen öğrenciler olarak geçerdik. İngilizceyi grameri, edebiyatıyla gerçekten öğrendiğimiz yıl 2. sınıf olurdu. Hayatı eğitimin içinde geçen biri olarak o yıllar Darüşşafaka’nın verdiği yabancı dil eğitimi ile bugün verilenleri kıyasladığımda bizlerin ne kadar sağlam bir eğitim aldığını daha net görüyorum. Bugün İngilizce okuyan çoğu kişinin Hayrettin (Cete) Bey’in “Structure” dersinin ne anlama geldiğini dahi bilmediğini üzülerek görüyorum. Hazırlıktan sonraki yıllarda da İngiliz, Amerikan veya Doğu edebiyatının klasiklerini İngilizce okuduk. Mesela; Yunus Emre’nin, Ömer Hayyam’ın şiirlerini İngilizce okuduğumuzu hatırlıyorum. Shakespeare’in bazı dizelerini hâlâ ezbere bilirim. Darüşşafaka bize sadece İngilizce değil, beraberinde dünya kültürünü de öğretti ve itiraf etmek gerekirse o tür kitapları ömrüm boyunca bir daha okuma fırsatı bulamadım. Bu açıdan bütün Darüşşafaka eğitimini bir tarafa bırakın, hazırlıkta aldığımız İngilizce ve kültürel altyapı bile ondan sonraki hayatımızda büyük kolaylık sağladı. Mesela, doçentlik sınavına başvuracağım sıralarda bütün arkadaşlarım İngilizce çalışırken, ben dilekçe verip doğrudan başvurdum çünkü üniversitede akademik kadroya başvurmadan önce KPDS’yi vermiştim. Dolayısıyla kıdem olarak doçentliğe arkadaşlarımdan daha önce başvurdum ve ilk sınavda da doçent oldum. Ben, doçent olduğumda başhekim görevini yürüten meslektaşım yardımcı doçentti; ben de başhekim yardımcısıydım. Tabii, başhekim arkadaşım hem yaşça hem meslekçe benden kıdemliydi ama bu süreçte Darüşşafaka’nın sağladığı avantajları kullanarak ileri geçmiştim. Bunun üzerine bir arkadaşım şöyle demişti: “Biz, yarışa sıfır noktasından başlıyoruz. Halbuki sen Darüşşafaka mezunu olarak 10 metre ileriden başlıyorsun, dolayısıyla eşit koşmuyoruz.”
O yıllar Darüşşafaka’da sosyal hayat nasıldı?
Kulüp çalışmaları çok fazlaydı ve ben, Fen Kulübü’ndeydim, hatta kulübün duvar gazetesini çıkarıyordum. Onunla ilgili bir hatıramı da anlatmak isterim. O yılların siyasi atmosferi ister istemez Darüşşafaka’yı etkiliyordu. Ders boykotları oluyordu. Birgün yine boykot kararı alınmıştı, gerekçelerimizden biri de yemeklerde kullanılan etin hep yağlı olmasıydı. Tabii, o yıllar okulun borcu vardı, sadece Et ve Balık Kurumu’nda vadeli olarak et alınıyor, kurum da koyun eti veriyordu. Bu boykot döneminde Fen Kulübü’nün duvar gazetesinde Somali’deki açlık temasını işlemiştim. Tesadüf olmuştu, yine de boykotçu arkadaşlarımızdan tepki almıştım. Somali ve açlık konusunun hala güncel olması da ayrıca üzücü bir konu tabii.
Kulüp çalışmaları çok fazlaydı ve ben, Fen Kulübü’ndeydim, hatta kulübün duvar gazetesini çıkarıyordum. Onunla ilgili bir hatıramı da anlatmak isterim. O yılların siyasi atmosferi ister istemez Darüşşafaka’yı etkiliyordu. Ders boykotları oluyordu. Birgün yine boykot kararı alınmıştı, gerekçelerimizden biri de yemeklerde kullanılan etin hep yağlı olmasıydı. Tabii, o yıllar okulun borcu vardı, sadece Et ve Balık Kurumu’nda vadeli olarak et alınıyor, kurum da koyun eti veriyordu. Bu boykot döneminde Fen Kulübü’nün duvar gazetesinde Somali’deki açlık temasını işlemiştim. Tesadüf olmuştu, yine de boykotçu arkadaşlarımızdan tepki almıştım. Somali ve açlık konusunun hala güncel olması da ayrıca üzücü bir konu tabii.

Eğitim kalitesi ve ondan sonraki etkisi hep bilinen şeyler. Darüşşafaka, bana bunların da ötesinde başka bir şey kattı. Neticede elektriği, suyu dahi olmayan bir evden çıkıp, profesörlük mertebesine ulaşıyorsunuz. Tıp fakültesinde bir hocamız hayat denkleminin bilgi, beceri, eğitim, maddi olanak ve şansın çarpımları olduğunu söylemiş ve “eğer şans sıfır ise sonuç sıfır olur” demişti. İşte geriye dönüp baktığımda, benim kaderimde şans faktörünün Darüşşafaka’yla devreye girdiğini görüyorum. O zaman kendinizi borçlu hissediyorsunuz. Bu borçluluk sadece okuluma değil, bizlerin orada okuması için destek veren herkese karşı duyulan bir borçluluk… Ben, birilerine borçluyum. Bana kattığı en önemli şey bu… Diğerleri teferruat bence… Kaliteli eğitimi her okul verebilir, ekonomik ihtiyacınızı da karşılayabilir ama bu borçluluk ruhunu her okul veremez.
Darüşşafaka’dan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne devam ettiniz. Hekimliğe Darüşşafaka yıllarında mı karar vermiştiniz?
Evet, Darüşşafaka’da verilmiş bir karardı. Fakir ailelerden geldiğimiz için bu kararda ailelerimizin de önemli etkisi vardı, çünkü onların bir özlemleri oluyordu ve bunu bizlere aktarıyorlardı. Tabii, o yıllarda Türkiye’nin sosyal güvenlik yapısı çok zayıftı ve bir ailenin en iyi sosyal güvencesi akrabalarından birinin doktor olmasıydı. Hele anne veya babanın sağlık açısından kendini garantiye almasının en sağlam yolu çocuklarının doktor olmasıydı. Bu etmenler bir araya geldiğinden ben, tıp dışında bir branş hiç düşünmedim. Oysa hitabet dersimiz vardı ve o derse Sedat Yenigün Bey girerdi. İnanılmaz kültür ve şiir haznesi olan, neredeyse sizinle şiir şeklinde konuşan biriydi. O bana üniversitede hangi bölümü gitmek istediğimi sormuştu, tıp fakültesini istediğimi söyleyince “Sen, sosyal branşa gitmelisin” diye ısrarla söylemişti. Yıllar sonra yaptığım işleri düşününce “Sosyal bir alanı seçsem daha farklı olur muydu?” diye kendimi sorguladığım zamanlar da oldu. Elbette, tıbbi alanda severek çalıştım ama yaptığım işlere baktığımda tıbbın bile sosyal yönleriyle daha çok ilgilendiğimi görüyorum. Örneğin, asistanlığımdan beri hep yöneticilik yaptım. Uzmanlık alanımdan ziyade sağlık yönetimi ve politikaları alanında yayımladığım yazı, makale ve kitaplarım daha fazla… Şu an Zeynep Kamil Hastanesi Başhekimi Fahri Ovalı ve Özel Anadolu Hastanesi Genel Cerrahi Uzmanı Haluk Çimen’le birlikte tercihlerimizi yaptık. Üçümüz de aynı fakülteye düşmek istiyorduk ve ilk tercihimiz olan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdik. Böylelikle Darüşşafaka’daki sıra arkadaşları olarak üniversitede de aynı sıralarda oturmaya devam ettik. O yıl Darüşşafaka, 77 mezun vermişti ve 17-18’i tıp fakültelerine girmişti.
Üniversite eğitiminizde de Darüşşafaka’dan destek aldınız mı?
Üniversite eğitimim sırasında o zamanki müdür yardımcımızın talebiyle bir süre daha Darüşşafaka’ya devam ettim ve münazara takımının çalışmasına yardımcı oldum. Birkaç kişi, yarışmalar öncesi onlara destek verdik. O süreçte de hocalarımın aracılığıyla ne yazık ki kendisiyle tanışma şansı elde edemediğim Darüşşafaka bağışçısı Türkan Hanım’dan burs aldım ve mezun oluncaya kadar da bu burs devam etti.
Üniversite eğitimim sırasında o zamanki müdür yardımcımızın talebiyle bir süre daha Darüşşafaka’ya devam ettim ve münazara takımının çalışmasına yardımcı oldum. Birkaç kişi, yarışmalar öncesi onlara destek verdik. O süreçte de hocalarımın aracılığıyla ne yazık ki kendisiyle tanışma şansı elde edemediğim Darüşşafaka bağışçısı Türkan Hanım’dan burs aldım ve mezun oluncaya kadar da bu burs devam etti.
Tıp fakültesini bitirdikten sonraki süreci bizimle paylaşır mısınız?
Tabii… 1985’te tıp fakültesinden mezun oldum ve 1987’ye kadar Milli Eğitim Bakanlığı Gümüşhane Sağlık Eğitim Merkezi’nde pratisyen hekimlik yaptım. Ardından Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimimi tamamladım ve Geyve Devlet Hastanesi’nde üroloji uzmanı olarak iki yıl görev yaptım. 1994’te Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandım. 1996’da doçent, 2003’te ise profesör oldum. Bu arada başhekim yardımcılığı, anabilim dalı başkanlığı, cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı ve dekan yardımcılığı görevlerim oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık İşleri Müdürlüğü, Dünya Sağlık Örgütü İcra Kurulu Üyeliği ve Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde de bulundum.
Tabii… 1985’te tıp fakültesinden mezun oldum ve 1987’ye kadar Milli Eğitim Bakanlığı Gümüşhane Sağlık Eğitim Merkezi’nde pratisyen hekimlik yaptım. Ardından Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimimi tamamladım ve Geyve Devlet Hastanesi’nde üroloji uzmanı olarak iki yıl görev yaptım. 1994’te Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandım. 1996’da doçent, 2003’te ise profesör oldum. Bu arada başhekim yardımcılığı, anabilim dalı başkanlığı, cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı ve dekan yardımcılığı görevlerim oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık İşleri Müdürlüğü, Dünya Sağlık Örgütü İcra Kurulu Üyeliği ve Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde de bulundum.
Kariyerinizde özellikle Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevi dikkat çekiyor. Bu süreç nasıl gelişti?
Hekimlik yaptığım süreçte Türkiye’deki sağlık sisteminin sorunlarını birebir yaşadım. Hatta bir dönem mesleğimi yapıp yapmayacağımı sorgulamaya başladım, çünkü Türkiye’deki sağlık sistemi hastanede hastayı bulup, tedavi sürecini özel muayenehanelerde yapmak üzerine kuruluydu. Bu düzene karşı çıktığınızda hem maddi olarak meslektaşlarınızın gelir düzeyinin altında kalıyor hem meslektaşlarınız tarafından dışlanıyor hem de hastalar size kuşkuyla yaklaşıyordu. Mesela ameliyat için hastadan para almayı reddedince çatışmalar yaşıyordum. Uzman bir hekim olarak yaşadıklarım beni çok zorluyordu. Tam bu dönemde Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne yardımcı doçent olarak gittim. İkinci yılımda da doçent oldum. Ülkenin doğusunda, insanların sağlık alanında daha fazla hizmete ihtiyaç duyduğu bir yerde yeniden bir idealizm yakaladık. Oradaki hayatımızı Çalıkuşu romanındaki öğretmenin hassasiyetine benzetirim. Uzmanlık döneminde yaşadığım sıkıntılardan kurtuldum fakat yaşadıklarım bana sistemi sorgulattı. “Sağlık sistemi nasıl olmalıdır? Nereleri yanlıştır?” gibi konularda kafa yormaya ve raporlar hazırlamaya başladım. Böylelikle çevremde sağlıkta fikirler üreten biri olarak tanındım. 2002’de Recep Akdağ, siyasete girmeye karar verdiğinde ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla sağlık alanında hazırladığı projeleri benimle paylaşmaya başladı. Dolayısıyla kendimi sağlık politikaları için proje hazırlayan bir ekibin içinde buldum. Recep Bey, milletvekili seçilip, ardından da Sağlık Bakanı olunca kutlamak için ziyarete gittiğimde oradan ayrılamadım, çünkü o kadar çok yapılması gereken iş vardı ki…
Hekimlik yaptığım süreçte Türkiye’deki sağlık sisteminin sorunlarını birebir yaşadım. Hatta bir dönem mesleğimi yapıp yapmayacağımı sorgulamaya başladım, çünkü Türkiye’deki sağlık sistemi hastanede hastayı bulup, tedavi sürecini özel muayenehanelerde yapmak üzerine kuruluydu. Bu düzene karşı çıktığınızda hem maddi olarak meslektaşlarınızın gelir düzeyinin altında kalıyor hem meslektaşlarınız tarafından dışlanıyor hem de hastalar size kuşkuyla yaklaşıyordu. Mesela ameliyat için hastadan para almayı reddedince çatışmalar yaşıyordum. Uzman bir hekim olarak yaşadıklarım beni çok zorluyordu. Tam bu dönemde Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne yardımcı doçent olarak gittim. İkinci yılımda da doçent oldum. Ülkenin doğusunda, insanların sağlık alanında daha fazla hizmete ihtiyaç duyduğu bir yerde yeniden bir idealizm yakaladık. Oradaki hayatımızı Çalıkuşu romanındaki öğretmenin hassasiyetine benzetirim. Uzmanlık döneminde yaşadığım sıkıntılardan kurtuldum fakat yaşadıklarım bana sistemi sorgulattı. “Sağlık sistemi nasıl olmalıdır? Nereleri yanlıştır?” gibi konularda kafa yormaya ve raporlar hazırlamaya başladım. Böylelikle çevremde sağlıkta fikirler üreten biri olarak tanındım. 2002’de Recep Akdağ, siyasete girmeye karar verdiğinde ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla sağlık alanında hazırladığı projeleri benimle paylaşmaya başladı. Dolayısıyla kendimi sağlık politikaları için proje hazırlayan bir ekibin içinde buldum. Recep Bey, milletvekili seçilip, ardından da Sağlık Bakanı olunca kutlamak için ziyarete gittiğimde oradan ayrılamadım, çünkü o kadar çok yapılması gereken iş vardı ki…
Peki, neler yaptınız bu süreçte? İdeallerinizi gerçekleştirebildiniz mi?
Bu sorunun cevabı asla “evet” olmayacak fakat Sağlık Bakanlığı’nda öyle bir dönem yaşandı ki, muhtemelen Cumhuriyet tarihinin sağlık alanındaki en yoğun dönemlerinden biridir. O kadar yoğundu ki hepimiz ailemizden koptuk. Yedi yıl Ankara’da yaşadım ama Ankara’yı hiç tanımadım. Akvaryumdaki balık gibiydik. Buna hapis hayatı da diyebilirsiniz. O yoğunluğu anlatmak için kısa bir anekdot paylaşmak istiyorum. Bir insanın odaklandığı işte sonuca ulaşabilmek için ne kadar yorulabileceğine güzel bir örnek… Bir yılı aşkın süredir Ankara’da devlet lojmanlarında yaşıyordum. Bir gece lojmana döndüm. Anahtarı tam kilide sokarken birden “Acaba kendi evime mi geldim?” diye düşündüm. Bir türlü kaç numaralı dairede oturduğumu hatırlayamadım. Saat gece yarısını geçmiş, başkasının dairesini açma ihtimali aklıma geldikçe anahtarı kilide sokma cesaretini kendimde bulamadım. Sonuçta düşündüm yorgun olan zihnimdi, ayaklarım mutlaka beni doğru kapıya getirecekti. Tekrar bahçeye çıktım, tekrar merdivenden yürüdüm ve yine aynı dairenin önünde durdum. Tamam, dedim burası benim evim… İşte böyle yoğun bir dönemi geçirdik ve Cumhuriyet tarihinde iz bırakacak çalışmaların yapıldığını düşünüyorum. Peki, neler yapıldı? Her şeyden önce herkesin istediği hastanede tedavi olabileceği bir sağlık sistemine geçildi. Bağ-Kur, Emekli Sandığı, SSK gibi farklı güvenlik sistemleri tek çatı altında birleştirildi. 2003’te ülkemizde 35 milyon sosyal sigortalı ve bakmakla yükümlü insan vardı ve bunlara 150 hastanede sağlık hizmeti veriliyordu. Şu anda 800 devlet hastanesi var. Özel ve üniversite hastaneleriyle bu rakam 1.300-1.400 hastaneyi buluyor. Yine 10 yıl önce 35 milyon insan, 150 hastaneden ilacını alabiliyordu, bugün ise 23 bin eczaneden alabiliyor. Tabii ki sağlık çalışanları bu sistemle birlikte ağır yük altına girdi. Çünkü doktor ya da diğer sağlık personeli sayımız bu süreçte yeterli ölçüde artmadı. Bu nedenle de şu an sağlıkta kalite sorununu tartışıyoruz. Ama vatandaşlar açısından baktığımızda adeta sağlıkta zincirlerin kırıldığı bir dönemdi.
Bu sorunun cevabı asla “evet” olmayacak fakat Sağlık Bakanlığı’nda öyle bir dönem yaşandı ki, muhtemelen Cumhuriyet tarihinin sağlık alanındaki en yoğun dönemlerinden biridir. O kadar yoğundu ki hepimiz ailemizden koptuk. Yedi yıl Ankara’da yaşadım ama Ankara’yı hiç tanımadım. Akvaryumdaki balık gibiydik. Buna hapis hayatı da diyebilirsiniz. O yoğunluğu anlatmak için kısa bir anekdot paylaşmak istiyorum. Bir insanın odaklandığı işte sonuca ulaşabilmek için ne kadar yorulabileceğine güzel bir örnek… Bir yılı aşkın süredir Ankara’da devlet lojmanlarında yaşıyordum. Bir gece lojmana döndüm. Anahtarı tam kilide sokarken birden “Acaba kendi evime mi geldim?” diye düşündüm. Bir türlü kaç numaralı dairede oturduğumu hatırlayamadım. Saat gece yarısını geçmiş, başkasının dairesini açma ihtimali aklıma geldikçe anahtarı kilide sokma cesaretini kendimde bulamadım. Sonuçta düşündüm yorgun olan zihnimdi, ayaklarım mutlaka beni doğru kapıya getirecekti. Tekrar bahçeye çıktım, tekrar merdivenden yürüdüm ve yine aynı dairenin önünde durdum. Tamam, dedim burası benim evim… İşte böyle yoğun bir dönemi geçirdik ve Cumhuriyet tarihinde iz bırakacak çalışmaların yapıldığını düşünüyorum. Peki, neler yapıldı? Her şeyden önce herkesin istediği hastanede tedavi olabileceği bir sağlık sistemine geçildi. Bağ-Kur, Emekli Sandığı, SSK gibi farklı güvenlik sistemleri tek çatı altında birleştirildi. 2003’te ülkemizde 35 milyon sosyal sigortalı ve bakmakla yükümlü insan vardı ve bunlara 150 hastanede sağlık hizmeti veriliyordu. Şu anda 800 devlet hastanesi var. Özel ve üniversite hastaneleriyle bu rakam 1.300-1.400 hastaneyi buluyor. Yine 10 yıl önce 35 milyon insan, 150 hastaneden ilacını alabiliyordu, bugün ise 23 bin eczaneden alabiliyor. Tabii ki sağlık çalışanları bu sistemle birlikte ağır yük altına girdi. Çünkü doktor ya da diğer sağlık personeli sayımız bu süreçte yeterli ölçüde artmadı. Bu nedenle de şu an sağlıkta kalite sorununu tartışıyoruz. Ama vatandaşlar açısından baktığımızda adeta sağlıkta zincirlerin kırıldığı bir dönemdi.