Hayatını 2004 yılından itibaren Yakacık Rezidans'ta sürdürmeyi seçen Mehmet Semih Ünkan, 2 Ekim 2015 tarihinde aramızdan ayrıldı. Yaptığı bağışlarla Darüşşafaka'nın "kurucu bağışçısı" olan M.Semih Ünkan'ı saygı, minnet ve rahmetle anıyor ve önce Darüşşafaka Rezidans Dergisi'nde yer alan röportajını sizlerle paylaşıyoruz.
Darüşşafaka Yakacık Rezidans sakinlerinden emekli askeri doktor Mehmet Semih Ünkan, zindeliğiyle gençlere taş çıkartıyor. Doksan iki yaşına inat her sabah en az yarım saat yüzüyor, ardından da jimnastik yapıyor. İstanbul Üniversite Tıp Fakültesi’nden 1944 yılında askeri hekim olarak mezun olan Ünkan, emekli olduktan sonra da ticarete atılıyor .
“Buradaki intizamı, düzeni ve disiplini başka hiçbir yerde bulamam”
Darüşşafaka Rezidansları'nı gazetede okuduğu bir haber neticesinde öğrenen Ünkan, “Yaşlandığım zaman daha disiplin bir hayat yaşamak için böyle bir yer arıyordum. 2002 yılında Yakacık Rezidans’a ilişkin gazetede bir haber okudum, ardından da ortayla irtibata geçtim. O zaman Monte Carlo’da yaşıyordum. Bu nedenle üye olmayı erteledim. 2004 yılında tekrar Yakacık Rezidans’a geldim ve hayatımın geri kalanını burada geçirmeye karar verdim” diye anlatıyor. Emekli askeri doktor Ünkan verdiği karardan ötürü duyduğu memnuniyeti ise şu cümlelerle ifade ediyor: “Buraya girerken çok düşündüm ama girdikten sonra çok memnun kaldım. Evim de var. İstesem evimde kalabilirim ya da ömrümün geri kalanını Türkiye’nin en lüks otellerinden birinin süitinde geçirebilirim. Fakat ben burada yaşamayı tercih ediyorum. Çünkü buradaki intizamı, düzeni ve disiplini başka hiçbir yerde bulamam. Burada muntazam bir hayat var. Mesela buranın o kadar güzel bir havuz varki, bu yaşımda bu kadar dinç kalmamı biraz da ona borçluyum. Hayatımını bu kadar sağlıklı geçmesini Darüşşafaka’nın bu yerine borçluyum.”
“Darüşşafaka, toplum için çok önemli bir hizmeti yerine getiriyor”
“Dinçliğimin ve zindeliğimin sebeplerinden biri de Darüşşafaka’nın bir rezidansında yaşamam” diyen emekli askeri doktor Ünkan, Darüşşafaka’nın tarihi misyonuna da dikkat çekiyor: “Darüşşafaka bir buçuk asırdır babası hayatta olmayan yetenekli çocukları imtihanla seçerek, onlara mükemmel bir eğitim veriyor. Toplum için çok önemli bir hizmeti yerine getiriyor. Bu açıdandan da Darüşşafaka’yı çok takdir ediyor ve elimizden gelen yardımı yapıyoruz.”
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı ve üyesi, iyiliksever insan Dr. Mehmet Semih Ünkan, 2 Ekim 2015 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
Yaşamını 2007'den sonra Şenesenevler Rezidans'ta sürdüren Prof. Dr. Fatma Bedia Akarsu, 25 Şubat 2016 tarihinde aramızdan ayrıldı. Prof. Dr. Akarsu, 27 Ocak 1921'de İstanbul’da dünyaya geldi. Yükseköğrenimini 1943 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yaptı. Aynı bölümde gerçekleştirdiği dil, kültür ve ahlak felsefesi alanlarındaki çalışmalarıyla düşünce ve bilgi düzeyimize sayısız akademik araştırmalarıyla katkıda bulundu.1990-1996 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde doktora öğrencilerine ders veren Bedia Akarsu’nun çalışma enerjisini hiç yitirmediği şu sözlerinden anlaşılıyor:
“Öğrencilerimin çoğu felsefe bölümlerinde ya başkan ya da profesör oldular. İki yıl öncesine kadar onlara katılıyordum. Kütüphanemi Muğla Üniversitesi’ne bağışladım.
Darüşşafaka’nın çalışmalarının her zaman yakından takip ettiğini belirten Akarsu, "Benim öğrencilerim de Darüşşafaka’nın okulunda öğretmenlik yaptılar. İçinden de biliyorum. Bana göre dünyada örneği olmayan nadide bir okul. Böylelikle Darüşşafaka'ya vasiyet bağışında bulundum. Vefat ettikten sonra mal varlığımı Darüşşafaka'ya bıraktım. O zamanlar zaten rezidanslar yoktu. Yakacık’taki rezidans yapılırken zamanın müdürü beni orada kalmaya davet etti, gezdim ve bayıldım. Ama o dönemde üniversitede dersler veriyordum ve sürekli gidip geliyordum. Ardından Maltepe Rezidans yapıldı. Oraya da çağırdılar. Ancak orası da şehir dışıydı. Ben şehir insanıyım. İnsanlarla birlikte olmayı seven bir insanım. Şehir dışında yaşamak istemiyorum. Burası yapılınca hemen geldim. Geldiğime de çok memnunum" diyor.
Darüşşafaka'nın babası veya annesi hayatta olmayan çocukların yaşamını eğitimle değiştiren misyonuna duyduğu saygıyı ifade eden Akarsu, "Çocukları küçük yaşta alarak çok kaliteli bir eğitim veriyorlar. Türkiye’de en kaliteli eğitim veren kurumlar arasında yer alıyor. Eğitim sistemi ülkemizde ne yazık ki kötü bir durumda. Bence tümden değişmeli. Darüşşafaka, eğitim seviyesini hiçbir zaman düşürmedi.
Sait Faik için her yıl mayıs ayında, Burgazada’da etkinlik düzenlenir. Bu yıl, Sait Faik’i anma gününe Darüşşafaka’dan bir çocuk korosu geldi. Okullarda koro doğru düzgün olmaz. Her kafadan bir ses çıkar. Ancak bu çocuklar o kadar güzel ve başarılı okudular ki onları adeta Viyana korosuna benzettim.
Darüşşafaka’nın eğitim sisteminin güzel oluşu resme, müziğe ve spora önem vermesinden kaynaklanıyor. Ezbere dayalı değil. Sanat da eğitimin içine girmiş. Türkiye’deki okullarda en az resim ve müzik derslerine önem verilir. Ben, Atatürk’ün döneminde liseyi bitirdim. Benim öğrenci olduğum yıllarda sanata okullarda önem verilirdi. Sistemler gittikçe değişti ve ezbere dayalı bir sistem oluştu. Darüşşafaka’da yetişen gençler her sanatla ilgililer. Zaten sanat olduğu zaman eğitimin içinde eğitimin kalitesi de artıyor" görüşünü ifade ediyor.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli vasiyet bağışçısı ve üyesi, Darüşşafaka Şenesenevler Rezidans sakini, iyiliksever insan Prof. Dr. Fatma Bedia Akarsu, 25 Şubat 2016 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
2009 yılından itibaren Şenesenevler Rezidans'ta yaşamını sürdüren emekli elektrik yüksek mühendisi Fikri Ertükel, 5 Mart 2016 tarihinde aramızdan ayrıldı.
Uzun yıllar ABD’de hidroelektrik, termik ve nükleer elektrik santrallerinde çalıştıktan sonra ülkesine geri dönerek, Şenesenevler Rezidans’ta yaşamayı seçen Ertükel, Darüşşafaka Rezidans dergisinin sorularını yanıtlamıştı.
Sizi tanıyabilir miyiz? 1919 doğumluyum. İstanbul Lisesi’nde dokuzuncu sınıftayken Kuleli Askeri Lisesi talebe almaya başladı. Ailemin iznini almaksızın Kuleli’ye girdim. 1939’da istihkam subayı olarak hayata atıldım. İkinci Dünya Harbi nedeniyle Trakya’da görevlendirildim. Harp sonunda Genelkurmay’ın kurmay albayları ABD’de tahsile göndermek için düzenlediği imtihana girdim. O imtihanda başarılı olan yedi kişiden biri de bendim. Ardından Kaliforniya’da Stanford Üniversitesi’ne gittim. Eğitimim sürerken evlendim. Eşim Kazan Türklerindendi. Müstakbel eşimle Amerika’ya ablasını ziyarete geldiğinde tanıştık ve tanıştıktan üç hafta sonra evlenme teklif ettim. Birlikte çok mutlu 55 sene geçirdik. Türkiye’deyken ABD’nin en fakir eyaleti Tennessee’de nehirlerin üzerine baraj ve santrallar yapmak için kurulan bir iktisadi devlet teşekkülünün bölgeyi nasıl zenginleştiridğini anlatan ilginç bir makale okumuş ve bunun Türkiye için çok uygun olduğunu düşünmüştüm. İhtisasımı bu alanda yapmaya karar verdim ve State University of Iowa’dan master derecemi aldım. Ardından da bir yıl o devlet teşekkülünde staj yaptım. Türkiye’ye döndüğümde subay olduğum için Savunma Bakanlığı’nda teknik bölüme atandım. O sırada Amerikalıların, Marshall Planı kapsamında ülkemizde barajlar yapılması yönünde karar alındığını öğrendim. Daha yararlı olabileceğim düşündüğüm için Savunma Bakanlığı’ndan orada çalışmama müsaade edilmesini istedim. Talebim kabul edildi. Sarıyar Barajı ve Elektrik Santrali’nde önce elektrik başmühendisi, ardından da işletme müdürü olarak beş sene çalıştım. Ancak o dönem iktisadi devlet teşekküllerinde çalışanlar üzerinde yoğun siyasi baskı vardı. Partizan bir insan değildim. Demokrat Parti, “Vatan Cephesi” diye bir şey çıkarmış, herkesi oraya yazılmaya zorluyordu. Buna kabul etmedim. O sırada askeri ihtilal oldu. Bunun üzerine istifa ettim. Amerika’da staj yaptığım organizasyondan iş teklifi gelince de pılımı pırtımı toplayıp oraya taşındım.
ABD’de neler yaptınız? Her zaman eğitimin yaşı olmadığına inandım. Bir de insan karşısına çıkan fırsatlardan istifade etmesini ve yükselmesini bilmeli. Amerika’ya gittiğimde, bana yeni bir mühendismişim gibi davranıldı. Bu moralimi bozmadı, çalışmaya devam ettim. İktisadi devlet teşekkülünde çalışırken, yükselme ihtimalimin zayıf olduğu görünce dünyanın her tarafında elektrik santralleri yapan Bechtel’e geçtim. Orada on sekiz yıl boyunca hidroelektrik, termik ve nükleer elektrik santrallerinde çalıştım. Nükleer santral işine girebilmek için 50 yaşında University California Berkeley’de işletme masterı aldım. 1981’de Bechtel’den emekli oldum. Stanford Üniversitesi’nin yakınına yerleştim. Zaten oranın hayat boyu azasıyım. Emekliliğim süresince pek çok konferansa, seminere ve aktiviteye iştirak ettim. Washington bölgesinde bulunan Türk-Amerikan Derneği’nin kurucularındanım. Eşim de çok faaldi. 2004’te Türkiye’ye döndük, bir yıl sonra da eşimi kaybettim. Birkaç sene Suadiye’deki evimde bakıcımla kaldım. 2009 yılında da buraya geldim.
Darüşşafaka Rezidanslarından nasıl haberdar oldunuz? Türkiye'ye döndükten sonra gazetede rezidanslara ilişkin bir haber okudum. Hemen Yakacık Rezidans’la temasa geçtim, bana katalog gönderdiler. Eşimle birlikte kataloğu inceledik fakat “daha zamanı değil” diyerek erteledik. Keşke o zaman gelseymişiz. Burada hayatıma huzur içinde devam ediyorum. Ayrıca buraya gelerek, bir taşla iki kuş vurdum. Hem kendi geleceğimi garantiye aldım hem de geleceğin evlatlarının eğitimine bir katkım oldu.
Rezidansta günleriniz nasıl geçiyor? Bol bol kitap okuyorum, müzik dinliyorum. Bilgisayarla çalışıyorum, internet üzerinden arkadaşlarımla mesajlaşıyorum. Bir de kızım ve kardeşimle senede en az bir defa gemi turuna çıkıyorum. Personel güler yüzlü, tatlı sözlü ve samimi. Bunu bir iltifat kabul etmeyin, samimi olarak söylüyorum. Ellerinden geleni yapıyorlar. En mühimi bizler burada her bakımdan emniyet altındayız. Darüşşafaka, bir buçuk asırlık tarihi olan teşkilat. Bir garantisi var ve bizler de o garantiye inanıyoruz.
Darüşşafaka Eğitim Kurumları’na dair görüşlerinizi öğerenebilir miyiz? Darüşşafaka’nın her türlü imkânı en modern şekilde talebelerine verdiğini biliyorum. Eskiden beri Darüşşafaka’dan mezun olanların ne kadar iyi yetişmiş olduğunu bilirdim. Fatih’te okula giderken Darüşşafaka Lisesi’ni görürdüm. Bu yüzden Darüşşafaka bana hiç yabancı değil.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı ve üyesi, Şenesenevler Rezidans sakini, iyiliksever insan Recep Fikri Ertükel, 5 Mart 2016 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin vasiyet bağışçısı, Maltepe Rezidans sakini ve aynı zamanda yaşamı boyunca yaptığı bağışlarla "Darüşşafaka’nın Kurucu Bağışçıları" arasında yer alan merhume Malike Bayülken'i 2010 yılında Rezidans dergisinde yayınlanan röportajıyla saygı ve minnetle anıyoruz.
Eski bir İstanbullu, bir hukukçu ve noter emeklisi bir isim Malike Bayülken… 1917’de İstanbul’da doğan Bayülken, “Annem de babam da İstanbul doğumludur. Onun için kendimizi eski bir İstanbullu olarak arz ederiz” diye başlıyor yaşam öyküsünü anlatmaya… Çocukluğu Çengelköy’de geçmiş Bayülken’in: “Çok güzeldi oralar… Evlerimiz hep bahçe içindeydi. Meyve ağaçlarımız vardı. Yaramaz bir çocuktum, ağaçlara tırmanmayı severdim. Çengelköy’de bütün köy birbirini tanırdı, kışları İstanbul’a inildiğinde anahtar bekçiye bırakılırdı, o bakardı evlere. Bu kadar emniyetli idi. İstanbul artık, eski İstanbul değil ve şimdiki İstanbul’u tanıyamıyorum.”
Türk Hukukçu Kadınlar Derneği’nin kurucusu
Darüşşafaka'nın vasiyet, rezidans ve kurucu bağışçısı Malike Bayülken
İlkokulu Çengelköy’de okuyan Bayülken, ardından bir Fransız mektebine gitmiş, ortaokulun son sınıfındayken de Kandilli Kız Lisesi’ne geçmiş. Doktor olmak isteyen Bayülken tıp fakültesine müracaat etmiş: “Fakat kadavralarla çalışma fikri bana fena geldi. O nedenle hiç başlamadım ve hukuk fakültesine gitmeye karar verdim.” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1942’de mezun olan Bayülken, genç bir avukat olarak çalışma hayatına atılmış: “Ceza ve boşanma davalarını hiçbir zaman sevmedim, bu nedenle hep hukuk davalarına baktım ve bazı müesseselerin avukatlığını yaptım.” 1967'’de Varşova’da toplanan Uluslararası Hukukçu Kadınlar Federasyonu’nun yönetim kurulunun bir sonraki toplantısını İstanbul’da yapmak istemesi üzerine harekete geçerek, Türk Hukukçu Kadınlar Derneği’nin kurulmasında görev alanlar arasında yer almış Bayülken: “Hukukçu kadınlar her zaman bir araya geliyor, çeşitli etkinlikler yapıyorduk. Federasyondan böyle bir teklif gelince yedi arkadaş bir ay içinde derneği kurduk ve onları davet ettik. Çok muvaffak bir toplantı oldu. Derneğimiz başlangıçta çok zayıftı, evlerimizde toplanıyorduk. Şimdi bir lokalimiz var, orada toplanıyoruz. Atatürk’ün ölüm yıldönümü, kadın haklarının kabulü gibi muayyen günlerde bir araya geliyoruz.”
Cemal Nadir'in çizdiği Malike Bayülken portresi
Eyüp 1. Noteri
On beş sene serbest avukatlık yapan Bayülken, yorulduğunu hissedince mesleki kariyerine noter olarak devam etmiş: “Eyüp 1. Noteri olarak görev yaptım. Severek yaptığım bir işti noterlik … İnsanlara bilgi vermek, yapacağı işte yardım etmek huzur vericiydi. Yalnız çok mesuliyetli ve dikkat gerektiren bir işti. En ufak yanlışta ceza alabiliyorsunuz ya da tazminat ödeyebiliyorsunuz.” İki kez evlenmiş Malike Bayülken… İlk eşi, “Amcabey”, "Efruz Bey", "Dalkavuk", "Akla Kara", "Yeni Zengin" gibi tiplerin yaratıcısı ünlü karikatürist Cemal Nadir Güler ile iki buçuk yıl evli kalmış: “Avukatlık stajımı yaparken Cemal Nadir ile tanıştım. Aramızda çok yaş farkı vardı, neredeyse yirmi yaş büyüktü benden. İnanılmaz entelektüel biriyd
i, çok etkilenmiştim. 1944’te evlendik. Ne yazık ki bu evlilik iki buçuk sene sürdü ve 1947’de onu kaybettim.” Cemal Nadir’in 1945 yılında yaptığı portresi salonun duvarında asılı Bayülken’in: “Hasta, yatıyorum. Yanıma geldi, ‘Hadi, karşıma otur da senin bir resmini yapayım’ dedi ve kırk beş dakikalık bir seansla o resmi çizdi.”
Darüşşafaka vasiyet bağışçısı
Cemal Nadir’in vefatından sonra yirmi dört sene evlenmemiş Malike Hanım: “Fakat yaşım ilerledikçe hayatı paylaşacak birine ihtiyacım olduğunu anladım. 1971’de şimdi ki eşim Selçuk Bayülken ile evlendim. Çok müşterek taraflarımız olduğu için iyi anlaştık. Kırk senedir evliliğimizi devam ettiriyoruz.”
Kırk yıldır hayatı paylaşan Bayülkenler faaliyetlerini hep takdirle izledikleri Darüşşafaka’nın vasiyet bağışçısı olmaya da birlikte karar vermiş: “Ailemde Darüşşafaka ile irtibatı olanlar vardı,
Darüşşafaka’dan yetişmiş hukukçu arkadaşlarım oldu. Mesela Fettah Aytaç’ı tanıdım. Erkek kardeşim Seyfettin Öcal, bir ara Darüşşafaka’da fahri öğretmenlik yaptı. Yüksek makine mühendisiydi, Amerika’da okumuştu, geri döndüğünde Darüşşafaka’da öğretmen eksiği varmış, o dönemki okul müdiresi ağabeyime teklif getirmiş. Ağabeyim memnuniyetle kabul etti ve bir yıl Darüşşafaka’da fizik, kimya derslerine girdi. Eşim de Darüşşafaka’ya gönül vermiş bir insan. Her zaman Darüşşafaka’ya destek olmamız gerektiğini söyler. Müessese ile yakınlaştıktan ve başta nazik, zarif ve mütevazı bir beyefendi olan Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Yıldırım olmak üzere bütün emeği olanları tanıdıktan sonra Darüşşafaka’nın değeri daha iyi anlaşılıyor. 147 yıllık bir müesseseden destek görmek insanı rahatlatıyor.” Cemal Nadir’in orijinal karikatür çalışmalarını, çizimlerini içeren arşivini Darüşşafaka’ya bağışlayan ve Darüşşafaka Velilerini Arıyor kampanyasına da destek veren Malike Hanım, “Her zaman ‘Bir tasarrufum kalırsa Darüşşafaka’ya bıkayım’ diye düşündüm. Şimdi bunu gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Darüşşafaka çok güvendiğim bir müessese… Çünkü verdiğiniz şeyin karşılığını görüyorsunuz. Bu nedenle araştırma gereği bile duymadan bağışçı oldum” diye sonlandırıyor sözlerini…
Malike Bayülken’den bir anı
Arkadaşlar arasında evlerde toplanıyorduk. Bir arkadaşımın annesi çok saygıdeğer bir hanımefendi, onlara her gittiğimiz zaman elini öpüyoruz ama hani başımıza koymadan… Avukatım, koşuşturuyorum, bir gün tam Galatasaray’ın orada baktım o hanımefendi geliyor. O da beni gördü, hemen hızla eldivenini çıkardı. Fakat ben öyle bir telaştayım ki elini öpmedim, sıktım ve öylece gittim.
Yakacık Rezidans’ta ikinci yılını geride bırakan Türkan Akalın, “Buraya yerleşmemizin ikinci gününde ‘Bir daha buradan gitmem’ dedim. Çünkü bunca yıllık ömrümde ilk kez böyle rahat ettim” diyor.
Röportaj: Demet Eyi - Rezidans dergisi ( 2017)
Yakacık Rezidans bağışçısı Sultan Türkan ve Şahabettin Akalın çifti, dile kolay tam 52 yıldır acısıyla, tatlısıyla, varlığıyla, yokluğuyla hayatı paylaşıyor. Türkiye’nin ilk sanayicilerinden Şahabettin Akalın, çok çalışmış, çok iş başarmış, Türk sanayisi için ilk sayılacak pek çok adımı atmış bir isim... En büyük destekçisi ise 1964 yılında İskenderun’da tanışıp, evlendiği Türkan Hanım olmuş hep...
Akalın çifti, şimdilerde Yakacık Rezidans’ta yılların yorgunluğunu üzerlerinden atıp, ikinci baharlarının tadını çıkarıyor.
Bir gümrük memurunun kızı olarak 1926 yılında dünyaya gelen Türkan Hanım, “Babam, görevi nedeniyle o kadar çok yer değiştirmiş ki nerede doğduğumu bile bilmiyorum. Her sene bir yerde okudum, hatta bazen bir yıl içinde birkaç kez okul değiştirdiğim oldu” diye söze başlıyor. Şahabettin Bey ise 1927’de Erzincan Kemaliye’de doğuyor, ortaöğretimini orada tamamlıyor. Lise eğitimi için 1945’te İstanbul’a geliyor ve Haydarpaşa Lisesi’ne kayıt oluyor. Burada okurken, bir yandan da İngilizcesini geliştirmek için Robert Kolej’de özel ders alıyor. 1952 yılında iş için İskenderun’a giden Şahabettin Bey, hayat arkadaşı Türkan Hanım’la da burada tanışıyor. 1964 yılında İskenderun’da evlenen çift, kısa bir süre sonra da İstanbul’a göçüyor.
Rehberi Atatürk
Çalışma hayatına İskenderun’da inşaat malzemeleri satarak başlayan Akalın, sanayiciliğe giden öyküsünü şöyle anlatıyor: “Haydarpaşa Lisesi’nde okurken kendi kendime ‘Atatürk bu memleketi nasıl kurtardı, nasıl başardı bunu?’ diye düşünürdüm.
İskenderun’da inşaat malzemeleri satışı yapan bir dükkan açmıştım. Yolumun üzerinde bir hurdacı vardı. Topladığı demir hurdaları İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye satardı. Bazen beni de çay içmeye çağırırdı. Sürekli onunla konuşurdum, neden hurdaların yurt dışına satıldığını, orada bunlara ne yapıldığını sorardım.
Avrupa ülkelerinin sadece Türkiye’den değil Suriye, Mısır gibi ülkelerden de hurda topladığını ve bunları çeliğe dönüştürdüğünü böylelikle öğrendim. ‘Neden bunu ülkemizde yapmıyoruz?’ diye düşünmeye başladım. Atatürk ne büyük işler başarmıştı, biz çeliği mi üretemeyecektik?”
Türkiye’nin ilk hurdayı çeliğe dönüştüren fabrikası
Bu düşünceler ışığında hemen harekete geçen Şahabettin Bey, ilk olarak yurt dışındaki çelik izabe tesisleri hakkında bilgi edinmeye çalışıyor: “İngilizcem vardı. Farklı ülkelerin konsolosluklarına mektup yazdım ve çelik eritme tesisleri hakkında bilgi istedim. Bu tesisler, daha çok İngiltere’de yapılıp satılıyormuş. Birkaç firma belirleyip, İngiltere’ye gittim. Onlarla görüştüm ve biriyle anlaştım. Hurda demiri eritecek fırınları, makineleri satın alıp, Türkiye’ye getirdim. Tesisi İskenderun’da kuracaktım. Ancak tesis yoldayken anladım ki İskenderun’da elektrik kifayetsiz. Elektriksiz olmazdı, bu nedenle tesisi İstanbul’a indirdik. Yıl 1958 idi. O yıllar Kâğıthane fabrikaların, işyerlerinin ve hayvan yetiştiriciliğinin olduğu bir bölgeydi. Ben de orada bir yer buldum. Böylelikle Türkiye’nin ilk hurda demiri, çeliğe dönüştüren fabrikasını kurdum” diyor ve ekliyor: “Aslında benim getirdiğim sistem, Hindistan’da, Çin’de yüz senedir vardı. Ama Türkiye’ye 1950’lerin sonunda gelebildi. Çünkü yasal mevzuat buna izin vermiyordu. Çok ağır vergisi vardı. Bunları aşmak için çok çabaladım, çok sıkıntı çektim. Yurt dışından eritme fırınlarını getirmemize müsaade etmiyorlardı. Adnan Menderes’ten izin alarak, 1958 yılında fabrikayı kurabildim. Bizden sonra hurdayı çeliğe dönüştüren binlerce tesis açıldı, herkes çelik parça üretmeye başladı.”
“Benim ürettiğim pulluklar, Türkiye’deki tarımı en üst kata çıkardı”
Çelik İzabe San. ve Tic. AŞ’nin faaliyete geçmesiyle hurda demiri toplayıp, eritmeye başladığını belirten Akalın, “Bu, Türkiye için büyük bir hamle oldu. Çünkü bundan önce herhangi bir yedek parça yapamazdık. Mesela o yıllar Türkiye’de deniz motorları çelikti. Deniz motorlarının parçaları dökülemiyordu. Hepsi hurda diye atılıyordu ama biz onun çeliğini eritince, dökebildik. Ziraat aleti yapmaya başladık. Türkiye’de 300 tarım kredi kooperatifi vardı, onlara pulluk ürettik. Öyle ki insanlar günlerce fabrikanın önünde beklerdi, pulluk alabilmek için... O pulluklar Türkiye’deki tarımı en üst kata çıkardı. Otomobil motorlarının gövdesini ve diğer otomobil parçalarını yapmaya başladık. Böylelikle otomobil sanayisinin kapılarını açtık. Yine Türkiye’nin ilk paslanmaz çelik çatal bıçaklarını ürettik. Mühim işler yaptık, daha da yapacaktık ama her işte olduğu gibi bizim yaptığımız işleri taklit eden çok firma çıktı” diyor.
Çelik İzabe San. ve Tic. AŞ’nin İstanbul Ticaret Odası’ndaki 1967 tarihli sicil kaydında Şahabettin Bey, yönetim kurulu başkanı, Türkan Hanım ise başkan yardımcısı olarak görülüyor. Ki Şahabettin Bey de çıktığı bu yolculukta en büyük destekçisinin eşi olduğunu belirterek, “Türkan, hep yanımdaydı, muhasebe ondan sorulurdu, vergiler, ödemeler hep onun kontrolündeydi” diye konuşuyor.
“Türkiye’yi İngiltere’ye muhtaç bırakmadık”
Şahabettin Bey’in yaptığı işin büyüklüğünü belki de anlattığı şu anısı en güzel ortaya koyuyor: “Karabük Demir Çelik’te Divrik’ten çıkan cevheri parçalayan bir makine vardı. Onun dişlerinin kırılmıştı. Yıl 1971... Türkiye’nin 70 sente muhtaç olduğu yıllar... O makinenin dişlerinin değişmesi lazım. İngiltere’ye sipariş ediliyor ama 70 sentimiz olmadığı için o parçayı vermiyorlar. Fabrika müdürü bana geldi, ‘Bunu yapabilir miyiz?’ diye sordu, ‘Yaparız’ dedim. Yaptık. Türkiye’yi İngiltere’ye muhtaç bırakmadık.” Fabrikasını 1985’te kapatan Şahabettin Bey, “150 çalışanım vardı. Çalışanlarım çocuğum gibiydi. Hâlâ arayıp sorarlar. Çok çalıştım, şimdi burada dinleniyorum” diyor.
Türkan Akalın: “Bunca yıllık ömrümde ilk kez bu kadar rahat ettim”
Akalın çifti, 2014 yılında Yakacık Rezidans’a yerleşiyor. Bu süreci Türkan Hanım şöyle anlatıyor: “Görümcemin kızı tavsiye etti. ODTÜ mezunu akıllı bir kızdır. Onun uzak bir akrabası rezidanslarda kalmış. Çok iyi bakıldığını söyledi. ‘Sizin için en iyisi Darüşşafaka Rezidansları’ dedi. Ben de o sıralar çok hastaydım, artık evde yapamıyordum. Eşim de uygun görünce gelip gezdik. Önce Maltepe Rezidans’ı gezdik, ardından Yakacık Rezidans’a geldik. Ben, buradaki daireyi görünce ‘tamam’ dedim. Buraya yerleşmemizin ikinci gününde ‘Bir daha buradan gitmem’ dedim. Çünkü bunca yıllık ömrümde ilk kez böyle rahat ettim.”
Rezidansa gelmeden önce pek çok sağlık sorunu olduğunu belirten Türkan Hanım, “Nefes darlığım vardı, sürekli hava verirlerdi. Şimdi buna gerek kalmadı. Çünkü burada sağlık hizmeti mükemmel. Rahatsızlandığımızda hemen doktor odamıza geliyor, gerekli görürse hastaneye götürüyorlar. İlaçlarımızı temin ediyorlar, düzenli bir şekilde kullanmamızı sağlıyorlar. Fevkalade bir bakım var. Ayrıca burada yeni ahbaplarımız oldu. Onlarla vakit daha güzel geçiyor. İyi ki buraya gelmişiz” diye anlatıyor.
Vasiyet bağışı
Darüşşafaka’ya vasiyet bağışında da bulunduklarını belirten Türkan Hanım, bu kararı alma nedenlerini şöyle açıklıyor: “Ben, Darüşşafaka’yı lise yıllarımdan biliyordum. Çünkü lise müdürümüz bir Darüşşafakalıydı. Daha sonra da bir ahbabımızın kızının da Darüşşafaka’dan mezun olduğunu öğrendim. Küçük yaşta babasını kaybetmiş, durumları da iyi değilmiş, Darüşşafaka’yı ardından da Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirmiş. Bunlardan ötürü Darüşşafaka’ya sempati duyardım. Lakin devletin desteğiyle çocukları okuttuğunu düşünürdüm. Böyle bağışlarla ayakta durduğunu bilmezdim. Bunu öğrenince bizim de katkımız olsun istedik ve vasiyet bağışında bulunduk.”
Darüşşafakalı öğrencilerin düzenlediği Daçkafest’in bu yılki sponsoru da olan Akalın çifti, “Talebeleri sevindirmek bizi de mutlu ediyor. Hep talebelerin yanında olmaya çalıştık. Uzun yıllar Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği vasıtasıyla burs verdik, hâlâ da veriyoruz” diyor.
Yarım asırdır hayatı paylaşan Akalın çiftine, uzun evliliğin sırrını sorduğumuzda Türkan Hanım, “Elbette her şeyin başı sevgi ama sevgi de geçip gidiyor. Bence en önemlisi sabırlı olmak” derken, Şahabettin Bey, “Saygılı olmak, karşındakini kırmamaya çalışmak. Mesele orada. Kırılan şey bir daha düzelmiyor” yanıtını veriyor.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı, Yakacık Rezidans sakini, iyiliksever insan Şahabettin Akalın, 4 Haziran 2017; değerli bağışçımız Türkan Akalın ise 12 Eylül 2018 tarihde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatıralarını saygı ve minnetle anıyoruz.
“Bizim kuşak başarılı ve iyi hocaların elinde donanımlı bir şekilde yetişti. Kırk sene hamal maaşıyla hocalık yaptım. Bizim aklımıza para gelmezdi, zaten para lafı etmek ayıptı. Ben, 98 lira maaşla öğretmenliğe başladım, 15 lira da mahrukat (yakacak) parası alırdım. Bu para bana çok iyi gelirdi. O zaman cumhuriyet altını 8 liraydı, her ay iki tane cumhuriyet altını ve Varlık Yayınları’ndan 1 liraya on kitap alırdım. Kitaba ve çiçeğe fukaralık olmadı benim hayatımda...”
Mualla Aruz, gencecik bir öğretmen olarak ilk görev yeri Bitlis’e gitmek için yola çıktığında takvimler 1943’ü gösteriyordu. Elinde, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde Çapa Öğretmen Okulu’ndaki eğitiminin ardından burslu girdiği Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden aldığı beden eğitimi ile Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği diploması… Cumhuriyet yirmi, Aruz ise yirmi bir yaşındaydı, mecburi görevini yerine getirmek için Bitlis’e yola çıktığında. Genç cumhuriyetin yetiştirdiği ilk öğretmenlerden Aruz, tam kırk sene eğitime hizmet ettikten sonra bugün de “her zaman gıpta ile takip ettiğini” söylediği Darüşşafaka’nın Urla Rezidans’ında yaşamayı seçerek, bu hizmeti sürdürüyor. Aynı zamanda eski bir milli atlet olan emekli öğretmen Mualla Aruz, Urla Rezidans’taki odasında bizi ağırladı, bir öğretici edasıyla sorularımızı yanıtladı, çünkü o hiç emekli olmayan öğretmenlerdendi.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Düzce’de 1922 yılında doğdum. İlk ve ortaokulu Düzce’de okudum. Ardından imtihana girdim ve Çapa Öğretmen Okulu’nu kazandım. Oradan 1941 yılında mezun oldum. Hiç unutmam, İkinci Dünya Savaşı yılları, Almanlar hududa dayanmıştı. Bunun üzerine nisan ayında, sömestirin bitmesini beklemeden bizi tatile soktular. Düzce’ye geri döndüm, o sene Gazi Üniversitesi’nin imtihanlarına girdim. Beden Eğitimi ve Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerini kazandım ve üç sene parasız yatılı olarak okudum. Yatılı okuduğum için mecburi hizmetim vardı ve 1943 yılında kurada Bitlis çıktı.
1943’lerin Bitlis’i nasıldı?
Mualla Aruz (2011)
Bitlis, hiç bilmediğim bir yerdi. Yıl 1943, elimde yatağımı ve öteberimi doldurduğum bir hurçla, yanımda da benim gibi mecburi hizmetini yapmak için Van’a giden Zülfiye Boytorun adında güreş antrenörünün kız kardeşiyle Bitlis’e vardım. O kadar kötü bir yerdi ki anlatamam… Dışarıdan evler taştan örülmüş gibi görülüyor. Şehre gittim, otel araştırdım, bir otel buldum. Otelin kapısından girer girmez yere serili bir paspasın iki tarafında yatan adamlarla karşılaştım. Otelin sahibine tek kişilik bir oda istediğimi söyledim. “Peki” dedi, ardından da beni bir odaya götürdü. İki yataklı bir oda, yatağın birinde bir adam yatıyor, diğer yatağı da bana gösterdi. Bunun üzerine dedim ki “Senin eşin burada yatar mı?” Adam “Haşa” deyince, “Ben de haşa diyorum” diyerek çıktım otelden. Görev yapacağım okulu sordum. Okul müdürü beni çok iyi karşıladı, boş bir laboratuvar odasını benim için hazırlatabileceğini söyledi. Mecburen kabul ettim, güzel bir odaydı, rahat ettim. Fakat kısa bir süre sonra okul müdürünü görevden aldılar, onun yerine atanan müdür, daha gelmeden haber gönderdi, “Hoca hanım odadan çıksın ailemle ben orada kalacağız” diye…
Sonra?
Kendime ev aramaya başladım. Ev bulmak ne mümkün... En nihayetinde bir ev buldum, evin tavanı da zemini de toprak, tuvaleti yok, suyu yok. Bu şartlarda o eve geçtim. Yatak çarşaflarını toprak dökülmesin diye tavana gerdirdim. Yeri de hasırla döşettim. Ama su ve tuvalete çare bulamadım. Tabii o koşullarda yemek yapmak mümkün değildi. Çok güç vaziyetteyim. Bir gün öğretmenlere, çocuk oyunlarına ilişkin bir kurs verdim. O kursta Vasfiye Hanım adlı bir ilkokulu öğretmeni benden hoşlandı. Vasfiye Hanım aynı zamanda oradaki topçu alay komutanın eşiymiş. Onlar bana kol kanat gerdi, muntazam olarak tabildot yolladılar, ben de parasını ödedim. Yemek sorununu da bu şekilde çözdüm. Bir de Ago diye bir kebapçı vardı, çok güzel kebap yapıyordu, öğlenleri mektepte de Ago’nun kebabını yerdim. Bir sene bu koşullarda orada görev yaptım. Deliklitaş diye bir yeri vardı, kış gelince o Deliklitaş kapanırdı, altı ay boyunca ne gazete ne mektup gelirdi. Mektuplarım ve gazeteler bahar gelip karlar eriyince elime ulaşırdı.
Hem beden eğitimi hem de Türk dili ve edebiyatı derslerine giriyordunuz değil mi?
Evet, beden eğitimi ve Türk dili ve edebiyatı öğretmeniydim. Bizim dönemimizde eğitim fakültesinde yardımcı bir ders almak gerekiyordu, ben de Türk dili ve edebiyatını aldım. Mustafa Nihat Özön, Ali Ulvi Elöve gibi gramer ve Türk dili edebiyatının üstatları hocamdı. Bitlis’te biyoloji hocalığı da yaptım, çünkü biz beden eğitimi bölümünde anatomi dersi de alırdık. Kemik, adale ve sinir sistemlerinin hepsini okuduk. Bizim kuşak başarılı ve iyi hocaların elinde donanımlı bir şekilde yetişti. Kırk sene hamal maaşıyla hocalık yaptım. Bizim aklımıza para gelmezdi, zaten para lafı etmek ayıptı. Ben, 98 lira maaşla öğretmenliğe başladım, 15 lira da mahrukat (yakacak) parası alırdım. Bu para bana çok iyi gelirdi. O zaman cumhuriyet altını 8 liraydı, her ay iki tane cumhuriyet altını ve Varlık Yayınları’ndan 1 liraya on tane kitap alırdım. Kitaba ve çiçeğe fukaralık olmadı benim hayatımda...
Eşiyle birlikte…
Bitlis’ten sonra nerede görev yaptınız?
Memleketim olan Bolu Öğretmen Okulu’na tayinim çıktı, üç-dört sene orada görev yaptım, evlendim. Eşim de öğretmendi. Ardından kendi isteğimizle tayinimizi Edirne’ye aldırdık. On dört sene Edirne’de görev yaptık. Çok sevildik orada, hatta Edirne Belediyesi yetkilileri bize arsa teklif etti, “Bütün malzemeyi de vereceğiz, kendinize bir ev yapın ve buradan gitmeyin. Bunun parasını da taksit taksit ödersiniz” dedi. Fakat ben kabul etmedim. Çünkü, bir oğlum vardı ve Edirne’de özel eğitim kurumlarında bile lisan eğitimi yetersizdi. Ben, lisan bilmediğim için hep kendimi eksik hissettim, çocuğum benim gibi yetişmesin istedim. Çok başarılı bir öğretmendim, Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) kadrosunda çok beğenirlerdi beni. Bir gün genel müdürüm, “Hocam, lisan bilenleri dışarıya kültür ataşesi olarak gönderiyoruz. Siz, çok iyi temsil kabiliyeti olan birisiniz. Neden lisan bilmiyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Öğretmen okullarında lisan derslerini siz kaldırdınız. Biz o zaman çocuktuk, lisan dersi kalkınca bir dersten kurtulduk diye sevindik ancak hayata atılınca bize ne kadar büyük kötülük yaptığınızı anladık” dedim.
Aynı zamanda atlettiniz…
Mualla Aruz, 1943’te bir koşu esnasında
Evet, milli atlettim. On sene spor yaptım. Çok iyi 100 metre koşardım, çok iyi yüksek atlardım, çok iyi 1000 metre koşardım, çok iyi mânialı koşular yapardım, çok güzel ipe tırmanırdım. Erkek arkadaşlarımdan daha iyi kasalardan atlar ve her hareketi yapardım. Çok iyi bir atlet, çok iyi bir öğretmendim. Başarılarımdan ötürü Kıbrıs’a gönderildim. Yaklaşık dört sene Kıbrıs’ta Öğretmen Koleji’nde beden eğitimi ve Türk dili edebiyatı öğretmeni olarak görev yaptım. Kıbrıs radyolarında sağlık konusunda programlar hazırladım. Ancak Türkler ile Rumlar arasında çatışmalar başlayınca ayrılmak durumunda kaldım. Ankara’da Yüksek Öğretmen Okulu’na atandım. Orada görevliyken, öğretmenler için görgü, bilgi artırma fonuyla İngiltere’ye gönderildim. Oğlum ve eşimle birlikte Londra’ya gittik. Londra’daki bütün okulları dolaştık. Hepsinin eğitim sistemlerini gördük, tabii ki bizimki ile onlarınki arasında karlı dağlar vardı. Bir yıl kaldık orada ve bu sayede oğlum da Cambridge’de yüksek lisans yaptı.
Darüşşafaka Urla Rezidans’ın bağışçısı olmaya nasıl karar verdiniz?
Çeşme’de deniz kenarında çok güzel bir evim vardı, otuz sekiz sene orada yaşadım. Geçen sene düştüm ve kalça kemiğimi kırdım. Ardından çok zor günler yaşamaya başladım, evim üçüncü kattaydı ve asansör yoktu. Merdivenleri inip-çıkmak, yemek yapmak, iş yapmak, iş yaptırmak, o evi çekip çevirmek artık mümkün değildi. Yakın bir dostum Yıldız Hanım, –Bir insana yapacağınız en güzel dua nedir biliyor musunuz? Allah iyilerle karşılaştırsın. Ben hep iyilerle karşılaştım.– Urla Rezidans’ın müdürüne durumumu anlatıyor, “Artık kendine bakacak durumda değil, ona yardımcı olunuz” diyor. O, benimle iletişime geçti. İşlemlere başladık, evimi Darüşşafaka’ya bağışladım, helal olsun. Keşke birkaç tane daha evim olsa da Darüşşafaka’ya bağışlasam. Çünkü bu müessese Türkiye’de ilk defa modern eğitim veren, asrın şartlarına uygun çocuklar yetiştiren, başarılı ve babası olmayan çocuklara kucak açan, örnek bir müessese. Böyle bir müesseseye verilen para helal. Rezidans’ta hayatımın en iyi, güvenli günlerini yaşıyorum, yatağımda rahat uyuyorum, kendimi emniyette ve mutlu hissediyorum. Tüm personel çok nazik, hepsi çok iyi, herkes hanımefendi, beyefendi ve hep sevgiyle muamele ediyor.
Öğretmenlik yaptığınız dönemde de Darüşşafaka’yı biliyor muydunuz?
Bilmez olur muyum? Gıptayla takip ederdim Darüşşafaka’yı. Darüşşafaka uğurlu bir müessesedir. Atatürk’ün annesi bile buraya teberruda (bağış) bulunmuş. Bu müessese Türkiye’de iyi, donanımlı çocuklar yetiştirdi.
Rezidans’ta günleriniz nasıl geçiyor?
Çeşme’deki evimde misafirim hiç eksik olmazdı. Burada da misafirim hiç eksik olmuyor. İzmir’de öğretmenlik yapan ve 1956’da mezun ettiğim on beş kızım var. Geçenlerde ziyaretime geldiler. Hayatımın en lüks devrini burada yaşıyorum. Çamaşırlarım yıkanıyor, ütüleniyor, düşünebiliyor musunuz herkesin çamaşırı ayrı ayrı yıkanıyor, yemeklerimiz hem sağlıklı hem lezzetli, odam her gün temizleniyor. Burası çok kısa süre içinde evim ve ailem oldu.
Öğrencileriniz hâlâ sizi bırakmadığına göre oldukça sevilen bir öğretmendiniz…
Evet, çünkü hiçbir çocuğu bir başkasıyla mukayese etmedim, hiçbir çocuğumu rencide etmedim. Bu nedenle hâlâ ziyaretime geliyorlar. Çeşme’de ilkokul öğretmeni bir arkadaşım, “Ben öğretmenlik değil de yöneticilik yaptım” dedi. “Ne yöneticiliği?” diye sordum. “İlkokulda baş hocaydım” dedi. “Ben, düpedüz öğretmendim” dedim. Aradan bir zaman geçti, bu arkadaşım benim eski öğrencilerimden birine tesadüf etmiş, “Mualla Aruz’u tanıyor musun?” diye sormuş. Öğrencim, “Tanımaz olur muyum, ne öğrendimse ondan öğrendim” demiş, adresimi almış ve ziyaretime geldi. Arkadaşım bunu duyunca bana iltifat ediyor, “Bana iltifat etmene gerek yok, ben çocuklarımı hep sevdim” dedim. Sevmese bir insan kırk sene, altmış kişilik sınıflara öğretmenlik yapabilir mi? Öğretmenlik çok zordur, seven insanlar yapabilir. Bir kere talebeye zarar vermeyeceksin. Sevdiğini, itimat ettiğini ona göstereceksin.
Öğretmenlik yıllarınıza ait unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Bana her zaman çok gurur veren bir hatıram var. Bizim, Edirne Yatılı Öğretmen Okulu’nda 19 Mayıs’ın haricinde de bir spor günümüz olurdu. Bu spor gününde öyle güzel gösteriler yapardık ki Edirne’nin bütün kazaları ve vali de izlemeye gelirdi. Türkan adlı çok tatlı bir kızım vardı. Keşan’a öğretmen olarak gitmişti. Acemi bir müfettiş gelmiş, müfettiş ile Türkan arasında bir münakaşa yaşanmış. Bunun üzerine müfettiş Türkan’a zayıf rapor vermiş. Rapor valinin önüne gitmiş. Raporu inceleyen vali demiş ki: “Bu, Mualla Hanım’ın talebesidir. Bu raporu kabul etmiyorum, tetkikat yapın.”
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı, Urla Rezidans sakini, iyiliksever insan Mualla Aruz, 15 Ekim 2018 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
“Rezidanslarda yaşamayı seçerek renksiz yaşantınıza renk katabilirsiniz”
2002'den beri Yakacık Rezidans’ta yaşayan Cenap Korkmazoğlu, 1926 İstanbul Samatya doğumlu. O yıllardaki adıyla Yüksek Ticaret Mektebi’nden (Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi) mezun olan Korkmazoğlu, ardından da dünyada zorunlu reasürans devirlerini yürütmek amacıyla kurulan ilk ve tek özel şirket olan Millî Reasürans’ta çalışmaya başlıyor. Uzun yıllar orada çalıştıktan sonra Birlik Sigorta’ya geçen Korkmazoğlu, 1978’de emekli oluyor. Emeklilikten dokuz gün sonra tekrar iş başı yapan Korkmazoğlu, Emek Sigorta, Halk Sigorta ve Commercial Union Hayat Emeklilik AŞ’de çeşitli görevlerde bulunuyor. Commercial Union’da çalışırken eşini yitiren Korkmazoğlu, ardından yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“İki sene ağlamaktan işe gidemedim. İngilizler, iki sene işe başlamamı bekledi ama düzelemedim ve işten ayrıldım. Böylelikle emekliliğimden sonra 21 sene daha çalıştım. Ardından hayatımı yeniden nasıl tanzim edebileceğimim yollarını araştırmaya başladım. Bu süre zarfında Darüşşafaka Rezidansları'nda yaşanacak bir hayatın, alışılagelmiş hayat standardımı düşürmeyeceğini öğrendim. 28 Nisan 2002’de Yakacık Rezidans’a geldim. Aynı gün Büyükada’daki yazlığıma gitmek için tüm hazırlıkları yapmıştım. Amacım yazlığa gitmeden önce rezidansı gezip, görmekti. En azından yazı adada geçirmeyi ardından rezidansta yaşamayı düşünüyordum. Beni birkaç gün burada misafir ettiler. Çok beğendim. Her şey hazırdı. Burası o kadar rahattı ki, bana sadece gezmek kalıyordu. Yazlığa gitmekten vazgeçip, hemen buraya yerleştim."
Bu kararınızdan ötürü hiç pişmanlık duymadığını belirten Korkmazoğlu, "Buraya yerleştikten sonra, bir de ev kiraladım, dayadım, döşedim. On dört ay kaldım, baktım olmuyor. Çünkü buradaki rahatlık evde bulunmuyor. Burada 14 bin metrekare kapalı alanımız, bahçemiz, doktorlarımız, hemşirelerimiz var. Rezidans yönetimi tarafından sürekli farklı etkinlikler, geziler organize ediliyor. Eğer evde olsaydım yatak odası ile salonun arasında gidip gelmekten, pencereden gelip geçenleri seyretmekten öte hayatım olmayacaktı. Bence ileri yaştaki herkes, Darüşşafaka Rezidanslarda yaşamayı seçerek yeni bir hayata başlamalı. Böylelikle renksiz yaşantılarına renk katacaklardır" görüşünü dile getiriyor.
Rezidansta günlerinin "eğlenceli ve güzel" geçtiğini ifade eden Korkmazoğlu,
"Burada onlarca çalışan var. Hepsi evlatlarımız, torunlarımız gibi. Onlarla beraber olmak, saygı ve sevgi görmek ruhumuzun gıdası... Bu da hayatımızı etkileyen, bize mutluluk veren unsurlardan biri... "
"Hobi odamız ve öğretmenimiz var. Herkes yeteneğine göre kendine bir uğraş ediniyor. Ben resim yapıyordum, fakat son zamanlarda gözlerim iyi görmediğinden bıraktım. Oyun odamızda kâğıt oyunlarından tutun da satranca, tavlaya, okeye kadar ne ararsanız var. Arkadaşlarımızla oyunlar oynuyoruz. Rezidans yönetimi, bizleri kafelere, lokantalara, sinemaya, tiyatroya götürüyor. Tombala tertip ediliyor. İstediğimiz zaman çıkıp gezebiliyoruz. Ben, her gün Kartal sahil yolunda bir saat yürüyorum. Ondan sonra biraz dinleniyorum, derken çay saati geliyor. Akşam yemeği, televizyon izleme gibi çeşitli faaliyetlerle günümüzü dolu dolu geçiriyor. Bu noktada kadın olsun erkek olsun ileri yaştaki herkese burayı tavsiye ediyorum. Eğer mal varlığını Darüşşafaka’ya bağışlarsa, hem hayatını güzel bir şekilde devam ettirmeyi garantiler hem de bine yakın çocuğun tahsiline destek olur.
Darüşşafaka, bir anne - baba gibi mezun olduktan sonra bile onların üniversite hayatlarını da takip ediyor. Büyük bir sevap işleniyor. Bu sevabın işlenebilmesinin tek kaynağı ise bağış. Darüşşafaka’nın bağışlar haricinde bir geliri yok. Herkes bilmeli ki Darüşşafaka’ya yapacakları bağışlarla babası veya annesi hayatta olmayan bine yakın çocuğun mükemmel bir tahsil almalarına katkı sunacaklar" diyor.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı ve üyesi, Yakacık Rezidans sakini, iyiliksever insan Cenap Korkmazoğlu, 10 Haziran 2019 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
Türkiye’nin adını uluslararası alanda başarıdan başarıya taşıyan müziğin dahi çocukları onlar: Fazıl Say, Muhittin Dürrüoğlu Demiriz, Emre Elivar ve Emrecan Yavuz… Ve onlardan “evlatlarım” diye söz eden bir isim Prof. Dr. Selçuk Gündemir. Çünkü hepsinin çocukluğunu biliyor Gündemir, “Fazıl konservatuvara gelmişti, Emre beş yaşındayken yanımıza geldi” diye anlatıyor. 1931’de müzikle iç içe bir ailede doğdu Gündemir ve ilk piyano eğitimini müzisyen babası Sadi Armaner’den aldı. “Piyano çalmaya ne zaman başladığımı hatırlamıyorum bile, çünkü kendimi bildim bileli evde piyano ve çello vardı” diyecek kadar müziğin içindeydi Gündemir. Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan birincilikle mezun oldu. 1956’da konservatuvardan arkadaşı ve Türkiye’nin dahi çocuklarının eğitmeni Prof. Dr. Kamuran Gündemir’le hayatını birleştirdi. Eşiyle birlikte devlet tarafından burslu olarak Paris’e gönderildi. Gündemir çifti orada Lazare Lêvy, A.Cortot gibi değerli hocalarla çalıştı, beş yıl sonra yurda döndü. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda göreve başlayan Gündemirler, konser çalışmalarını da sürdürdü, 1972’de Türkiye’de ilk defa F. Poulenc’in “2 Piyano için Re Minör Konçerto”sunu birlikte çaldılar. Hem eğitmenliği hem de konser çalışmalarını birlikte yürütmek imkânsızlaşmaya başladığı noktada da eğitmenliği seçtiler ve ömürlerini yetenekli çocukların eğitimine adadılar. Onların bu idealizmi olmasaydı, belki de Fazıl Say, Muhittin Dürrüoğlu Demiriz, Emre Elivar ve Emrecan Yavuz “bu ülkenin işlenmemiş cevherleri” olarak kalacaktı. Ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say’ın “beni yaratan insan” diye söz ettiği Kamuran Gündemir, yetiştirdiği onlarca çocuğu bu ülkeye miras bırakarak, 2006’nın şubat ayında aramızdan ayrıldı.
Kırk yıllık hayat arkadaşının ardından tüm cümlelerini çoğul kuran Selçuk Gündemir “Biz, her zaman yaptığımız işlerin önde, kendimizin arkada olmasını tercih ettik. Biz, işlerimiz ön plana çıktığında çok daha mutlu oluyoruz” diyor, Darüşşafaka Urla Rezidans’ın bağışçısı olmayı seçme nedenlerini öğrenmek için kapısını çaldığımızda ve alçak gönüllüğüyle yüreğimizi ısıtıyor.
Piyano çalmaya ne zaman başladınız?
Selçuk Gündemir
Piyano çalmaya ne zaman başladığımı hatırlamıyorum bile, çünkü kendimi bildim bileli evde piyano ve çello vardı. Babam hem keman hem piyano çalıyordu. Annem de öyle… Annem Çapa Kız Muallim Mektebi’nde tahsil görürken, babamla evleniyor… Piyanoya babam vasıtasıyla başlasam da profesyonel olarak 1943’te Ankara Devlet Konservatuvarı’nda başladım. Öğrenci olarak her yıl resital verdim. Sonra 1952’de Milletlerarası Modern Müzik Festivali kapsamında Türk bestecilerini icra etmek üzere Almanya’ya gittim. Türk ve yabancı şefler yönetiminde Bach, Mozart, Beethoven, Saint Seans , Ravel Sol Majör konçertolarını çaldım.
Merhum eşiniz Kamuran Bey’le nasıl tanıştınız?
Konservatuarda tanıştık. İkimizin de piyanoda oluşu daha bir yakınlaşmamızı sağladı. 1956’da evlenip tahsil için burslu olarak Paris’e gittik, beş yıl kaldık ve orada çok kıymetli hocalarla çalışma imkânı bulduk. Devletin eğitimimize yaptığı bu katkıyı biz de hayatımız boyu çocukları yetiştirmeyi görev edinerek ödemeye çalıştık. Görev bitmez hayatın sonuna kadar devam eder. Her çocuk bir ışıktır çünkü… Ülkemize döndükten sonra eşimle eğitimciliğe başladık, ayrıca özel resitallerin yanında piyano konserleri verdik. Hatta 1972’de Türkiye’de ilk defa F. Poulenc’in 2 Piyano için ‘Re Minör Konçertosu’nu Ankara ve İstanbul’da çaldık. Eşimle sahneyi, hayatı paylaştık. Öğrencilerimizin hepsi birer evlat oldu. Fazıl Say, Muhittin Dürrüoğlu Demiriz, Emre Elivar, Emrecan Yavuz ve daha nice kıymetli öğrencilerimiz yetişti, bizim gurur kaynağımız oldu. Yıllar geçti 1998’de Ankara Devlet Konservatuarı’ndaki resmi görevim son buldu. Ayrılmamı istememelerine rağmen gençlere destek olmayı tercih ettim (bu cümlede bir tuhaflık var), halen de gençlere destek vermeye devam ediyorum. Darüşşafaka’ya yakınlığım da ezelden beri eğitime verdiği önemden kaynaklanıyor. Eğitimde çok önde gelen bir kurum. Oradan mezun olan birçok arkadaşım oldu. Çok kıymetli insanların Darüşşafaka’dan mezun olup, yaşamlarında verimli çalışmalara imza attıklarını bildiğim için Darüşşafaka her zaman ön plandaydı. Urla Rezidans’ı da eğitim açısından Darüşşafaka’yla işbirliği yapmak için tercih ettim.
Yani Darüşşafaka’nın üstlendiği tarihi misyon, sizin Urla Rezidans’ın bağışçısı olmanızda önemli bir etken oldu…
Hem de çok büyük etken oldu. Yaptığım bütün araştırmalar sonucunda Darüşşafaka’nın başlangıcından bugüne kadar son derece pürüzsüz bir çizgisi olduğunu gördüm. Türkiye için bu büyük bir gurur kaynağı… Darüşşafaka’nın yetim, maddi durumu yetersiz çocuklara verdiği desteğe el uzatmak için bu girişimde bulundum ve çok mutluyum. Çünkü rezidans hem işlevi hem orada yaşayan kişiler hem de oluşturulan çok uygun yaşam koşulları açısından son derece mutluluk verici bir mekân.
Peki, Darüşşafaka’nın rezidanslarından nasıl haberdar oldunuz?
Dost sohbetlerinde... İnsan böyle güzel rezidanslar olduğunu duyduğu zaman normal olarak ilgi duyuyor. Kendiniz için olmasa bile, “bir başkası için yardımcı olabilir miyim?” diye düşünüyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki, kendiniz de orada yaşamayı seçmişsiniz.
Urla Rezidans’a dair görüşlerinizi alabilir miyiz?
Huzur ve güven verici bir ortam. Son derece güzel bir yer. Her dost sohbetinde herkese tavsiye ediyorum.
Urla Rezidans’ta kalıcı dostluklarınız oldu mu?
Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan arkadaşım Begüm Hanım (Erdem) da rezidansta yaşıyor. Ayrıca yeni dostlar, değerli, aydın insanlar tanıdım. Çok mutlu oldum orada.
Merhum eşiniz adına bu yıl düzenlenen 1. Kamuran Gündemir Piyano Yarışması hakkında bilgi verir misiniz?
Öğrencilerimiz çok vefalı. Hocalarını anmak için, ekonomik krizin yaşandığı zor bir sene olmasına rağmen büyük fedakârlıkta bulunarak, Mersin Üniversitesi Rektörlüğü’nün de katkılarıyla böyle bir yarışma düzenlediler. Yarışmanın amacı genç piyanistlere bir deneyim kazandırmak. Bu deneyimlerin hayatlarında büyük fayda sağlayacağını bildiğimiz için bu tarz yarışmaları her zaman tavsiye ediyoruz.
Bu yarışma devam edecek mi?
Yarışma, Mersin Üniversitesi Devlet Konservatuvarı tarafından düzenleniyor. İki yılda bir yapılacak. Ben de onur başkanıyım. Bu yarışmayı duyunca çok duygulandım. Bir kere jüri üyesi olarak seçtikleri sanatçılar, benim kendilerini 5–6, 10–12 yaşlarından itibaren tanıdığım çocuklar… Onlarla bir aile gibiydik. Hem hoca hem de anne baba gibi gelişimlerini ve ilerlemelerini gördük. Şimdi onların her biri Türkiye’nin gurur kaynağı oldu.
Yıllardır yetenekli çocuklara maddi ve manevi destek veriyorsunuz. Çok değerli sanatçılar yetiştirdiniz. Böyle bir misyonu nasıl yüklendiniz?
Eşimle birlikte genç yaşta hem eğitimci olmak hem konser hayatımızın olması idealimizdi. Paris’ten döndükten sonra 40-45 yaşlarımıza kadar hem konser çalışmalarımızı hem de eğitmenliği sürdürdük ama bu bir hayli zor oldu. Her ikisini de en verimli şekilde yerine getirmek titiz ve özveri isteyen bir şeydi. Özveriye hazırdık ama hem güzel konserler verip hem eğitimci olmak güçtü. Çünkü o zamanlar 25–30 saat ders yükümüz vardı ve kendi çalışmalarımızı yapmakta bir hayli zorlanıyorduk. Sonra düşündük taşındık, “yetenekli çocukları yetiştirme yönünü tercih edelim” dedik ve kendimizi o tarafa yönlendirdik.
Muhiddin Dürrüoğlu Demiriz, Fazıl Say, Emre Elivar… Her biri sadece Türkiye’de değil dünyada tanınan isimler. Peki, bu kadar yetenekli ismi nasıl buldunuz?
Artık yetenek mi bizi buluyor, biz mi yeteneği buluyoruz, bu birbirinin içine girmiş durumda. Aslında sadece yetenek yetmiyor. Çünkü yeteneği ortaya çıkarmak için bazı birleşimler gerekiyor. Çocuk yetenekli olacak ama aile de çocuğa el vermeyi bilecek. İyi bir hocaya düşmesi de bir şans. Sacayağı dediğimiz, bu üç ayak olmazsa sadece yetenek işe yaramıyor. Bu çocukların ebeveynleri de eğitimli, görgülü insanlardı. Kimi çocuğu için araştırma yaptığında bize ulaştı. Fazıl konservatuvara gelmişti, Emre beş yaşındayken yanımıza geldi. Hepsi birer pırlantadır. Anne babaların öngörüsüyle temaslar kuruluyor ve bir başlangıç oluyordu.
Ayvalık’taki maddi durumu yetersiz ve yetenekli çocukları müziğe kazandırma çabanız olduğunu biliyoruz. Bu çabanız devam ediyor mu?
Bazı bilgiler ulaştırıyorlar, biz de kendi çapımızda onları değerlendiriyoruz. Çok mutluluk veren bir duygu.
Öğrencilerinizin konserlerini izlediğinizde ne hissediyorsunuz?
Bir kere müzisyen olarak çaplarının ne kadar büyüdüğünü ve sadece Türkiye’nin değil dünyanın gurur kaynağı olduklarını gördükçe büyük gurur duyuyorum. Onları birer evlat gibi gördüğümden de gururum daha da artıyor.
Kamuran Gündemir kimdir?
Türk piyanist ve piyano eğitmeni Kamuran Gündemir, Ankara’da Ferhunde Erkin ve Paris’te Lazare Levy’nin öğrencisi olarak yetişti. Uzun yıllar Ankara Devlet Konservatuvarı’nda görev yaptı ve uluslararası başarılarıyla tanınan Muhiddin Dürrüoğlu Demiriz, Fazıl Say ve Emre Elivar gibi piyanistleri yetiştirdi. 1949 yılında girdiği Ankara Devlet Konservatuarı’nda Ferhunde Erkin’in piyano, Necil Kazım Akses ve Ulvi Cemal Erkin’in kompozisyon öğrencisi olarak okulu 1956 yılında bitirdi. 1958 yılında devlet bursuyla gittiği Paris’te eğitimine Ecole Normale de Musique’de ünlü piyanist ve eğitimci Lazare Levy’in öğrencisi olarak devam etti. 1962’de tamamladığı eğitiminin ardından Ankara Devlet Konservatuvarı’na piyano öğretmeni olarak başladı. Bu dönemde repertuvarına aldığı modern dönem eserleri yorumlamakla tanınan Gündemir, Türk bestecilerinden birçok eserin ilk seslendirilmesini gerçekleştirdi ve radyo kayıtlarını yaptı. 2000 yılında Sevda Cenap And Vakfı tarafından Onur Ödülü Altın Madalyası verilen Kamuran Gündemir, 4 Şubat 2006 tarihinde vefat etti.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli vasiyet bağışçısı ve üyesi, Darüşşafaka Urla Rezidans sakini, iyiliksever insan Selçuk Gündemir, 18 Mart 2020 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
Usta ressam Tayfur Sanlıman ve eşi ülkemizin önde gelen kitre bebek sanatçılarından Nimet Sanlıman, haziran ayından bu yana Urla Rezidans’ta mutlu bir yaşam sürüyor. Tayfur Bey, “Darüşşafaka eşittir, tebessüm. Bu gerçeğe dayalı bir şey… Şuraya adımımı attığım andan itibaren tebessümden başka bir şey görmedim ben” diyor. Bu değerli sanatçıları yakından tanımaya ne dersiniz?
Küçüklüğünden beri bebeklere çok düşkün olduğunu söyleyen Nimet Sanlıman, Türkiye’nin önde gelen kitre bebek sanatçılarından biri… Malatya’da doğan Nimet Hanım, 1947’de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun olduktan sonra Türkiye’nin ilk kadın sanatçılarından, kitre bebeklerin yaratıcısı Zehra Müfit Saner’den hobi olarak ders almaya başlıyor. Daha sonra yıllar içinde kendisi de bu sanatın ustalarından biri haline geliyor. Öyle ki, Zehra Müfit Hanım vefatından önce “Nimet, elimi sana veriyorum, bu işi benden sonra sen götüreceksin” demiş. İş yaşamını Nimet Hanım’dan dinleyelim: “Meslek hayatım sanata yönelik oldu. Hobi olarak başladığım bu uğraşı meslek hayatımın içine sokmuş oldum. Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde ‘Elif Bebek’ isimli bir atölyem vardı. Burayı 1960’ta açtım ve 20 yıl çalıştım. Değişik yerlere yaptığımız bebekleri yolladık, turizme dönük bir çalışma oldu.” Kitre ve pamuk ya da mısır kabuğu kullanarak yaptığı, tamamen el yapımı olan bebeklerinin arasında balıkçı, asker, kör dilenci ve torunu, ayakkabı tamircisi, bileyici, fotoğrafçı, boyacı, yufka açan gelin, sokak çalgıcıları gibi çeşitli kesim ve meslek gruplarından karakterler yer alıyor.
Nimet Sanlıman
Nimet Hanım, ince ince uğraşarak yaptığı, gerçeklerinin birebir minyatür kopyaları olan bebeklerini yapabilmek için terzilik, kuyumculuk, ayakkabıcılık gibi farklı zanaatleri de bilmek gerektiğini söylüyor.
İlk kişisel sergisini 1955’te Beyoğlu’nda açmış. Bu İstanbul’da açılan ilk kitre bebek sergisiymiş. Yaşamı boyunca Türkiye’nin farklı yerlerinde sergiler açarak eserlerini ve birikimini paylaşan Nimet Hanım’ın “Ayakkabı Tamircisi” adlı eseri, Bozcaada Yerel Tarih Müzesi’nde sergileniyor. Dönen Dervişler ile Sema kompozisyonu da Konya Mevlana Müzesi’nde yaklaşık 10 yıl sergilenmiş. Bu kompozisyonun biraz küçüğü ise halen Almanya’daki Marburg Dinler Müzesi’nde...
Sürekli eğitim almaya ve kendini geliştirmeye devam eden Nimet Hanım, “Topkapı Sarayı’nda Ordinaryüs Prof. Dr. Süheyl Ünver’den tezhip ve minyatür dersi aldım. Uzun süre orada çalıştım. Süheyl Bey’in öğretileri çok etkiliydi” diyor.
Bir yandan da sosyal amaçlı faaliyetlerde bulunduğunu belirten Nimet Hanım, “Amacı kadının statüsünü yükseltmek olan Türkiye Soroptimist İş ve Meslek Kadınları Derneği’nde 60 sene süren bir çalışmam oldu. Türkiye Federasyon Başkanlığı görevini üstlendim, Milli Delegelik yaptım. Bir yandan da çocuklarımla ilgilendim” diye hayatını özetliyor.
“Resim öğrenmenin ucu bucağı ve sonu yoktur”
Tayfur ve Nimet Sanlıman
1930 yılında Adana’da doğan ressam Tayfur Sanlıman, resim sanatına gönül verme öyküsünü şöyle anlatıyor: “Resim sevgisiyle ilkokulda tanıştım. Ortaokulda Akademili hocam Latif Ariş tarafından yönlendirildim. 1951 yılında yüksekokulu okumak için İstanbul’a gelişimden itibaren bir ufuk açılması oldu. Çeşitli dünyaları tanımış oldum. Bunun sonunda bir eğitim araştırması diyebileceğimiz durağan bir döneme girdik. O durağan dönemden kurtulduğumuz zaman sene 1955’ti. O yıl Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim. Halil Dikmen ve Zeki Faik İzer atölyelerinde beş yıl çalıştım ve pekiyi dereceyle diploma aldım. 1955’te artık resmin bizim için bırakılmayacak bir şey olduğu, daha da önemsenmesi gerektiği fikri doğunca bu defa hayat akımımızı resimden yana çevirdik ve resim öğrenmeye başladık. Resim öğrenmenin ucu bucağı ve sonu yoktur. Biz de hala o tahsil içindeyiz ve resim öğrenmeye gayret ediyoruz” diyor. 1992’de Asmalımescit’te kendi atölyesini kuran Tayfur Bey, 2001’de Bozcaada’ya taşınana kadar burada aralıksız çalışmış. Bugüne kadar 30 kişisel sergi gerçekleştirmiş. Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda “İsimsiz Resimlerle 50 Yıl” başlığı altında retrospektif sergisi açılmış. Kendi deyişiyle “insan-doğa ilişkisini doğadan yana çıkarak irdeliyor ve dünyalıların bu gidişle varacağı sonu resim diliyle anlatmaya çalışıyor.” Tayfur Sanlıman, 2013 yılında Arkeoege Yayınları’ndan çıkan “Yol Boyunca” isimli kitabında hayatını anlatmış.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde tanışan çiftin tanışma öyküsünü Tayfur Bey şöyle anlatıyor: “Onu da hayatımızdaki her şeyi yaptığı gibi resim yaptı. Bunu hayatımı yazdığım kitapta kader ismi altında anlattım. Üzerinde durulması gereken güzel bir hikaye... Şimdi içinden ufak bir anekdot aktarayım: Nimet Hanım, yapıtlarının ortaya çıkması için gerekli olduğundan ötürü heykel, bilhassa büst çalışmak istemiş. Bu vesileyle Akademili arkadaşları ona konuk öğrenci olarak Akademi’ye gelmesini ve derslere girmesini tavsiye etmişler. Biz hayat yolunda öyle enteresan bir dönemeçte karşılaştık ki… Ben mektepte yaşça emsallerimden büyüktüm. Bir sürü ha yat macerası geçirmişiz mektebe gelmişiz. Rahmetli hocam Zeki Faik İzer, bilgi donanımımızın çok zengin olmasını isteyen kıymetli bir hocaydı, ruhu şad olsun, bir gün birinden bahsediyor. Bahsettiği kişi bir ressam tabii… Ardını bir soruyla bağladı, ‘Bilin bakalım kimdir bu’ deyince ben önümdeki küçük kızın kulağına, ‘Tchaikovsky’dir’ dedim. O da tabii benden lafı kapınca hemen parmak kaldırdı, ‘Hocam, Tchaikovsky’ dedi. Hoca durdu, ‘Biz resim dersi yapıyorduk, Tchaikovsky ile ne alakamız var’ diye. Baktı ki kızcağızın arkasında da ben varım, bu muziplik mutlaka Tayfur Bey’den çıkmıştır, ‘O zaman lütfen gitsin kütüphaneye, bize oradan 2 cilt Tchaikovsky getirsin, biz de Tchaikovsky’nin kim olduğunu burada öğrenelim taze taze’ dedi. Ben Tchaikovsky almaya aşağıya indim ve işte orada Nimet’e rastladım. Tchaikovsky nere, Akademi nere, Tayfur nere, Nimet nere… Yani böyle bir kaderin güzelliği vardı. Böylece tanıştık. Arkadaşlığımız devam etti. Bir daha hayatımdan çıkmadı. Nimet, çok sevilen bir kızdı. Herkes onu hem sever hem saygı duyardı. Bambaşka bir insan o…”
Nimet Hanım da, “1960 senesinde bana hayat boyu en olumlu desteği veren eşim ressam Tayfur Sanlıman ile evlendim” diyor.
“Ruhen ikna oldum ki, biz bu müesseseye kendimizi emanet edebiliriz”
2001 yılından itibaren Bozcaada’da yaşayan, oradaki atölye evlerinde çalışan, sergiler açan ve meraklı olanlara bildiklerini öğreten Sanlıman çifti, 2016’nın haziran ayında Darüşşafaka Urla Rezidans’a yerleşmeye karar veriyor. Rezidansta son derece memnun olduklarını ifade eden Tayfur Sanlıman, karar verme süreçlerini şöyle anlatıyor: “Biz yaşlanınca ne olacağız? Ne yapacağız? Bu beni enikonu düşündürmüştü. Bu fikrin etrafında kendi kendime zannediyorum ki, oldukça liberal ve natürel kararlar aldım. Ve kendi kendime, evlatlarımdan hiçbirine muhtaç olmamaya karar verdim. Burada muhtaç sözcüğünü tabii ki en asil anlamında kullanıyorum. Bunu eşime açtım. Bu konuyu zihnime koyup düşünce alanıma almamdan itibaren başladım Darüşşafaka Rezidansları hakkında broşürler, yayınlar, haberler toplamaya ve bir dosya hazırlamaya. Üç senelik bir dosyadır bu. En sonunda internetten de baktırdım ve ruhen ikna oldum ki, biz bu müesseseye kendimizi emanet edebiliriz. Ama neresine? Ona da eşim karar versin dedim. Böylece eşim oğlumla birlikte geldi, ön araştırmaları yaptı. Urla Rezidans Tanıtım Yetkilisi Sibel Öğretir onları gezdirdi. Sibel Hanım’a tekrar teşekkür etmek isterim. Klasik ailelerde baba kollar, ama şimdi biz artık öyle ellerdeyiz ki, bizi artık onlar kolluyor. Her şeyimizden onlar mesul. Eksik olmasınlar.”
Nimet Hanım da, “Daha evvel de bakanlarımız vardı ama artık sağlık yönünden güvendiğimiz bir yerde olmamız gerektiğine inandık ve buraya geldik. Darüşşafaka’ya destek verecek olmamız da kararımızda etkiliydi” diye görüş bildiriyor.
Rezidanstaki yaşamı sevdiğini ifade eden Nimet Hanım, “Buradaki görevlileri çok seviyorum, hepsi görevlerini çok iyi yapıyorlar. Sabahları dışarıda yürüyüş yapıyorum, sonra kahvaltımız var güzel restoranımızda. Daha sonra jimnastik öğretmeniyle egzersiz yapıyorum. 30 seneden beri yoga yaparım” diye anlatıyor.
Darüşşafaka için “ana baba yoksunluğunun hüznünü onura dönüştüren bir müessese” diyen Tayfur Bey, “Ben Darüşşafakalı çocukta ne görüyorum? Yüzündeki onurda, Darüşşafaka’nın emeğini görüyorum. Yıllarını harcamış Darüşşafaka. Onu ana baba öksüzlüğü hüznüyle büyütmemiş, yüzü gülüyor. İşte eseri bu... Acaba birer bireyi olduğumuz şu müesseseye daha nasıl faydalı olabiliriz? Bir faaliyetimiz, güzelliğimiz olsun. Öyle değil mi? İnsan istifade ettiği yere karşılık vermeli” diyor.
Tayfur Bey, Darüşşafaka’yı tek bir sözcükle nasıl ifade edebileceğini düşünmüş ve karar vermiş: “Tebessüm”… Sebebini ise şöyle anlatıyor: “Darüşşafaka eşittir, tebessüm. Bu gerçeğe dayalı bir şey… Şuraya adımımı attığım andan itibaren tebessümden başka bir şey görmedim ben… Tebessüm, iyi niyet, ‘olur efendim’, ‘hemen şimdi değiştiririm’, ‘hiç merak etmeyin yenisi gelir’… Darüşşafaka bir tebessüm, o kadar, daha başka bir şey yok. Tebessümü çizgiyle de kelimeyle de ifade edebilirsin. Kafam hep bunlarla uğraşır. Bunlara kafa yorarım.” O tebessümün resmini yapabileceğini de müjdeleyerek söyleşimizi noktalıyor.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli bağışçısı, Urla Rezidans sakini, iyiliksever insan Tayfur Sanlıman, 22 Ağustos 2017 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
“Türkiye’deki tek kurumsal huzur ve rehabilitasyon evi”
Emekli albay Ahmet Sükan ile biyolog eşi Fatma Emel Sükan, yaşamlarını Urla Rezidans'ta sürdürüyor. 1926’da Karaman’da doğan Ahmet Sükan, ortaöğrenimini orada tamamlıyor, ardında da askeri liseye devam ediyor:
“Çünkü bizim soyumuz hep askerdir, soyadımız da zaten buradan gelir; ‘sükan’, ‘asker kanı’ demektir.”
1961-1980 arasında beş dönem Konya milletvekilli seçilen, Sağlık ve Sosyal Yardım, İçişleri bakanlıkları, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunan Dr. Faruk Sükan’ın kardeşi olan Sükan’ın Darüşşafaka'yla yolu doğuştan özürlü oğlu için bakımevi ararken kesişiyor: "Çocuğum on iki yaşına kadar yürüyordu ama sonra yürüyemedi. İngiltere’de, Almanya’da özel bakım ünitelerine yatırdım fakat olmadı. Türkiye’de araştırdım, bulduğum birkaç özel bakımevine yatırdım ancak çok yetersiz kaldılar. En son Darüşşafaka’nın Maltepe’deki Özel Bakım Ünitesi’ni buldum. Oğlumu oraya yatırdık. Hakikaten çok memnun kaldık, çok iyi bir bakıldı. Maltepe Özel Bakım Ünitesi’ndeki dostlarımızın mutlaka Urla Rezidans’ı görmemiz yönündeki tavsiyelerine uyarak 2009’da Urla Rezidans’ı gelip, gezdim."
"Rezidansın konumunu, verilen hizmetleri inceledim. Buradaki günlük yaşam uygulamalarının içeriğini, verilen yaşamsal hizmetleri gözlemledim ve ciddi sağlık hizmetlerinin yapıldığını gördüm. Uzman fizyoterapist nezaretinde yaptırılan jimnastik hareketlerini katıldım ardından aletli jimnastik, fizyoterapi, fizik tedavi ünitesini gezdim. Resmi ve özel kliniklerle yapılmış anlaşmalarını, çevre düzenlemelerini gözlemledim. Ben, gerek kişisel gerek görev nedeniyle uzun yıllar Almanya, İngiltere ve ABD’de bulundum. Oradaki benzer kurumlarla kıyasladığım da Urla Rezidans’ın pek çok üstünlüğü olduğunu mutlulukla gördüm. Böylece gönül huzurluyla eşimle bağışçı olmaya karar verdik.”
Darüşşafaka’nın Rezidansları'nın çok özel müesseseler olduğunu vurgulayan Sükan, “Bu müesseselerin yaşaması Türkiye için büyük önem taşıyor. Çünkü Türkiye’de yaşlı insanların başka şansı yok. Ne kadar serveti olursa olsun yaşlı bir insan, yatağa düştüğünde ne yazık ki bakım şansı çok fazla mümkün olmuyor. Oysa Darüşşafaka’da bu bakımın mümkün olduğunu gördüm. Yaşlılarla bu kadar ilgili bir başka müessesenin olduğunu sanmıyorum. Burası, Türkiye’deki tek kurumsal huzur ve rehabilitasyon evi” diye konuşuyor.
Darüşşafaka’nın tarihi ve kurumsal misyonunun da rezidans bağışçıları olmalarında önemli bir etken olduğunu belirten Sükan, “Darüşşafaka’da 1000'e yakın babası veya annesi vefat etmiş, maddi durumu yetersiz, yetenekli çocuk çok iyi koşullarda eğitim görüyor. Bir bakıma yüzlerce ailenin istihdamına katkı sağlanıyor. Biz de hem bu misyona katkı sağlamak hem de geleceğimizi kimseye yük olmadan güvence altına almak istedik ” diyor.
Darüşşafaka Cemiyeti’nin değerli vasiyet bağışçısı ve üyesi, Urla Rezidans sakini, iyiliksever insan Ahmet Sükan, 18 Nisan 2020 tarihinde Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Aziz hatırasını saygı ve minnetle anıyoruz.
Yakacık Rezidans bağışçısı Ayhan Göletli, IV., V., VI.ve XII.Dönem Sinop Milletvekilliği yapan Hulusi Oruçoğlu’nun dört çocuğunun en küçüğü… 1939’da Boyabat’ta doğan Ayhan Hanım’ın çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları babasının milletvekilliği nedeniyle Ankara’da geçmiş. Ardından makine yüksek mühendisi Adil Göletli ile evlenerek, İstanbul’a yerleşmiş. Kalabalık ve geniş bir aileye sahip olan Ayhan Hanım’ın rezidansta yaşama kararına başlangıçta aile üyelerince tepkiyle karşılanmış. Ta ki Yakacık Rezidans’ı birlikte gezene kadar…
İstediği zaman rezidanstaki dairesinde istediğinde evinde kalan Ayhan Göletli , "Darüşşafaka’yı her zaman duyar ve yaptığı işi takdir ederdik. Hatta eşim mal varlığımızı Darüşşafaka’ya bırakmayı düşünürdü. Rezidansları ise yakın arkadaşım Prof. Dr. Şükran Karacadağ’ın sayesinde öğrendim. Şükran, Urla Rezidans’ta daire aldı. Ben de o sıra eşimi kaybetmiştim. Ailem kalabalık, yeğenlerim çok ama hiçbirine yük olmayı istemem. Şükran da bunu bildiği için rezidansları tavsiye etti. Yakacık Rezidans’ı gezmeye karar verdim.
Yeğenlerime söylediğimde ilkin 'Biz, size bakarız' diye karşı çıktılar. Ama böylesinin herkes için daha iyi olacağı konusunda onlar ikna ettim ve yeğenimle birlikte Yakacık Rezidans’a gittik.
İkimiz de gördüklerimiz karşısında hayran kaldık. Yolda dönerken yeğenime 'Halukçuğum, kararımı verdim, Rezidanstan daire alacağım' dedim. Yeğenim, 'Teyzeciğim, ben de çok beğendim. Hatta ilerisinde kendim için bile düşünebilirim' dedi ve hemen işlemleri başlattık. 2007’de Yakacık Rezidans bağışçısı oldum" diye anlatıyor.
Rezidans bağışçısı olduktan sonra da evinde yaşamaya devam eden Göletli, "İlerisi için düşündüğümden beş-altı ay rezidansa hiç uğramadım. Ancak bir kaza geçirdim. Hastaneden taburcu olduktan sonra özel bakıma ihtiyacım vardı. Bu nedenle hastaneden çıktığımda direkt Yakacık Rezidans’ın kliniğine yattım. Oradaki ihtimam, güler yüz, şefkat beni çok etkilendi. Hemşirelerin, doktorların hepsi etrafımda pervane idi. Bir ay kadar klinik bölümünde yattıktan sonra odama çıktım. Her şeyi o kadar çok beğendim ki iyileşmeme rağmen birkaç ay daha kaldım. Evime döndükten sonra Rezidansı ve orada edindiğim dostlarımı özlemeye başladım. Bu nedenle artık sık sık gidip kalıyorum. Orası da evim oldu. Artık istediğim zaman Rezidansta istediğim zaman evimde kalıyorum. Özellikle hastalandığımda Rezidansta bakılmayı tercih ediyorum. Çünkü öyle bir bakımı başka yerde bulamam. İyileşince de evime gidiyorum" diyor.
Rezidansta her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğüne dikkat çeken Göletli,
"Personel son derece terbiyeli, kibar, güler yüzlü ve şefkatli. Her türlü sorunumuzla ilgileniyorlar. Hatta şahsi sorunlarımızı bile çözüyorlar. İltifat olsun diye değil hakikaten çok memnunum. Rezidanslar için beş yıldızlı otel deniyor ama bence yedi yıldızlı otelle eşdeğerler"
görüşünü dile getiriyor.
Darüşşafaka’nın çocuklara sağladığı eğitim olanağının önemi üzerinde duran Göletli, sözlerini şöyle sonlandırıyor: " Eşimle birlikte eskiden beri mal varlığımızı Darüşşafaka’ya bırakmayı düşünüyorduk. Ki o zamanlar Rezidanslar yoktu. Çünkü ikimiz de hep eğitimin önemine inandık."
“İsmimiz, 157 yıllık bir kurumla belki 157 yıl daha yaşayacak!”
Darüşşafaka Kız Öğrenci Evi’nin isimlendirilmesi için ağabeyi ve kendi adına yaptığı bağışla “Kurucu Bağışçı” olan İsmet Aktekin, bu bağışın gerekçesini şöyle açıklıyor: “Ülkemizde Darüşşafaka gibi çocuklarımıza nitelikli eğitim sağlayarak, eğitimde fırsat eşitliği tanıyan kökleşmiş başka bir kurum yok. Kız çocuklarının eğitimine kendini adamış biri olarak isimlerimizin Darüşşafaka Kız Öğrenci Evi’nde yaşayacak olması çok kıymetli… 157 yıllık bir kurumla belki 157 yıl daha yaşayacak ve bizim kız çocuklarının eğitimine verdiğimiz değerin bir sembolü olacak.”
Emekli yüksek elektrik mühendisi İsmet Aktekin, 43 yıllık yurt dışındaki çalışma hayatında kazandığı birikimi Türkiye’nin geleceği için bağışlayan bir hayırsever… Doğduğu topraklar Nevşehir’de özellikle kız çocuklarının eğitimi için inanılmaz işlere imza atıyor. Yaptırdığı Anadolu lisesi ve ortaokuldan mezun olan öğrencilerle tek tek ilgileniyor, başarılarıyla gururlanıyor. Darüşşafaka Urla Rezidans bağışçısı ve aynı zamanda Darüşşafaka’nın vasiyet bağışçısı İsmet Aktekin, özellikle kız çocuklarının eğitimine odaklanmasının gerekçesini, “Ülkemizin eğitim sorununun çözümünün, ancak iyi eğitim almış, kendine güvenen annelerimizin; sorumluluk sahibi, düşünen, okuyan, sorgulayan, özgüvenli bireyler olarak çocuklarını yetiştirmeleri ile mümkün olabileceği kanısındayım.” diye açıklıyor.
2017 yılında yaptığı bağışla kendisinin ve merhum ağabeyi Fikret Aktekin’in ismini Darüşşafaka Kız Öğrenci Evi’ne vererek ölümsüzleştiren İsmet Aktekin, bu bağışı için de “Bizim kız çocuklarının eğitimine verdiğimiz değerin bir sembolü” diyor. 1931 yılında Nevşehir’de başlayıp ABD’den Avrupa’ya uzanan yaşamını Türkiye’nin eğitim sorununun çözümünün bir parçası olmaya adayan İsmet Aktekin, sorularımızı yanıtladı.
Nevşehirli bir ailenin 4. çocuğu olarak dünya geldiniz. Yaşam öykünüzün ana duraklarını sizden dinleyebilir miyiz?
Babam İstiklal Madalyası sahibi olan merhum Nevşehirli Üsteğmen Tevfik Aktekin ve annem Nevşehirli Hanife Aktekin’in dört çocuğunun en küçüğü olarak 1931 yılında babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Çorum’da doğdum. Ben iki yaşındayken ailem İstanbul’a taşınıyor. 1950 yılında Vefa Lisesi’ni bitirdim, ardından da Teknik Üniversite’ye girdim. Aslında bir yıl İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudum, ağabeyim Hikmet Aktekin, hekimdi. Onun etkisiyle Fen Fakültesi’ne girdim ama çok da istediğim bir alan olmadığını anlayınca yeniden Teknik Üniversite’nin imtihanlarına girdim ve Elektrik Fakültesi’ni kazandım. 1955 yılında da oradan mezun oldum.
Manchester Üniversitesi’nden de yüksek lisans derecesi alıyorsunuz değil mi?
Evet, bizim zamanımızda İngilizce eğitimi fevkalade zayıftı, o yılların popüler lisanı olan Fransızca eğitimi alarak lise ve üniversiteyi bitirdim. O zaman Teknik Üniversite’de de lisan eğitimi zayıftı. Kafamda İngilizce bilmeden başarılı bir elektrik mühendisi olamayacağım fikri, İTÜ’deki Amerika eğitimli hocalarımızdan aldığım eğitim neticesinde oluşmuştu. Aklımda hep birkaç sene Avrupa’da veya ABD’de İngilizce öğrenmek ve gelip Türkiye’de çalışmak vardı. Bu minval üzere yedek subaylığım sırasında, Ankara’da İngilizce dil kursuna gitmeye başladım. O sırada Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin master ve doktora için üniversiteyi bitirmiş talebelere ihtiyacı vardı. Müracaat ettim ve doktora için kabul edildim. Dört sene doktora, sekiz sene mecburi hizmeti vardı, yine de kabul ettim. Bizi İngilizce kursuna yazdırdılar. Kurs bitmeden Atom Enerjisi Komisyonu’ndan doktoramın mastere çevrildiğine dair bir mektup aldım. Bunu kabul etmedim. O sırada doktor olan ağabeyim Hikmet, ABD’de iş bulmuş çalışıyordu, onun davetiyle ABD’ye gittim. Cornell Üniversitesi’nden master için kabul aldım fakat bu arada, İngiltere’deki üniversitelere de yazmıştım. ABD’de kurslarımı aldım, orada okurken Manchester Üniversitesi’nden kabul geldi. ABD’de lisansüstü çalışmalarımın kredilerimi aldım ve altı ayın sonunda Manchester’a gittim. Orada yüksek lisansı tamamladım. Ardından iş için iki Avrupa şirketine yazdım ve İsviçre’deki Brown-Boveri’nden kabul geldi. Bir buçuk yıl orada çalıştım, bu arada ABD’ye Green Card (Yeşil Kart) başvurusu yapmıştım. Zürih’teki Amerikan Konsolosluğu’na Yeşil Kartım gelince istifamı verdim, ABD’ye gittim. New York’ta, bir mühendislik firmasında iş buldum, ev tuttum. Doktora için şimdilerde New York Üniversitesi’nin bir parçası olan Polytechnic Institute of Brooklyn’e müracaat ettim ve kabul edildim. İş deneyimim artınca General Electric’te işe başladım. Bir buçuk yıl orada çalıştım. O sırada Türkiye’den arkadaşım Agop Çalıkyan, American Machinery Foundry’de çalışıyordu. Firma, Türkiye’de büyük bir proje almış ve proje müdürü arıyormuş. Agop, benim için randevu ayarladı, görüştüm. 1966 senesinde projeyi kabul ettim ve Türkiye’ye döndüm. Proje, 1972’de bitince yeniden ABD’ye döndüm. Aynı yıl şirketin bir kısmını İtalyan bir iş insanı satın aldı. İstersem ABD’de kalabilir ya da Avrupa’ya gidebilirdi. Aklımda hep Türkiye’ye dönmek olduğu için dedim ki, “İsviçre, Türkiye’ye yakın” ve şirketin İsviçre’deki merkezine satış ve pazarlama direktörü olarak gittim. 2003’te emekli olana kadar orada çalıştım. Böylelikle üniversite bittikten sonra birkaç sene İngilizce öğrenip, Türkiye’de çalışmayı planlarken, 43 sene yurt dışında çalışıp, emekli olduktan sonra ülkeme dönebildim.
Ailenizin yolu Darüşşafaka’yla uzun yıllar öncesinde kesişmiş. Babanız Tevfik Bey, 1900’lerin başında okumak için Darüşşafaka’ya müracaat etmiş. Bu ilginç hikayeyi sizden dinleyebilir miyiz?
Babam Tevfik Aktekin, 1891 doğumlu… Annesini ve babasını küçük yaşta kaybediyor, yine çocuk yaşta evlendiriliyor. Ancak içinde hep okuma isteği varmış. Bu nedenle 1907’de Nevşehir’den kalkıp İstanbul’a geliyor. Amacı Darüşşafaka’ya girip okumak. Darüşşafaka’ya müracaat ediyor, lakin evli olduğu için kabul edilmiyor. Düşünün o zaman Nevşehir’den kalkıp okumak için İstanbul’a geliyor. Darüşşafaka olmayınca sarayda işe giriyor, ardından da o dönem İstanbul’da açılmaya başlayan gece mekteplerine yazılıyor. Okumak için böyle mücadele vermiş bir insandı, babam…
Aktekin Ailesi olarak eğitim alanında pek çok yardımınız var. Bunları bize özetler misiniz?
Tabii ki… Ne demiş büyüklerimiz “İnsanın hayırlısı hayrı dokunandır”. Tüm yaşamlarını çalışarak geçiren pek çok mütevazı hayırsever insanımız uzun yıllar boyunca alın teri dökerek, çalışıp çabalayıp, elde ettikleri birikimlerini hayır işlerine verirken o derece de dikkatli oluyorlar. Kanımca insanoğlu eğer, ciddi olarak bir iyilik ya da hayır yapmayı düşünüyorsa, bunu sağlığında yapmalı; yaptığı hayır işlerini görmeli, bu güzelliklerin manevi hazzını hissetmeli, yaşamalıdır. Peki, bizim eğitime olan merakımız nerden geliyor? Önce bunu açıklamak gerekiyor. Ben emekli olduğumda ağabeyim Fikret zaten emekli idi. İkimiz de orta halli bir ailenin çocukları olarak yine orta halli bir semtte büyümüş ve orta halli okullarda okumuştuk. İkimizin de kaderini değiştiren yegane şey eğitimdi ve ikimizin de iyi kötü bir birikimi vardı. Ağabeyimle sık sık yaptığımız konuşmalarda şuna karar verdik: “Ülkemiz bize verdi, bizim de ülkemize ödeyecek bir borcumuz var.” Bu borcu nasıl ödeyeceğiz? Türkiye’nin en önemli sorununun eğitim olduğunu düşünüyorduk. Peki, eğitim nerede başlıyor? Bana göre eğitim evde başlıyor. Peki, evde çocuklarla en çok haşır neşir olan kim? Anneler… İşte benim kız çocuklarına yönelik eğitim çalışmalarına odaklanmam bu yüzden. Nevşehir-Kozaklı’da yörenin lise çağındaki kızları için Hanife-Tevfik Aktekin Kız Öğrenci Yurdu’nu açtık, daha sonra Darüşşafaka Fikret-İsmet Aktekin Kız Öğrenci Yurdu’na bağış yaptık. Ferizli’de Fikret-İsmet Aktekin Anadolu Lisesi’ni açtık. Buradan mezun olan öğrencilere üniversiteyi kazandıklarında burs da veriyorum.
Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) vasıtasıyla Nevşehir’de Ateşböceği Aktekin Kardeşler Gezici Öğrenim Birimi’ni açtık. Narköy’de Fikret Ağabeyimin 1920-22 yıllarında gittiği okulu yeniledim ve ismini verdim. Orayı bitirip fen lisesine giren öğrencilere burs da veriyorum. Mesela orayı ilk bitiren öğrencilerden birini paylaşmak istiyorum. İsmi Hatice Hezenci... Nevşehir Fen Lisesi’nde okuyordu. Geçtiğimiz yaz onu bir sponsor desteğiyle Marlborough College Yaz Okulu’na dil kursuna gönderdim. Kendi ellerimle İngiltere’ye götürüp, kalacağı yurda yerleştirdim. Başlangıçta çok sınırlı İngilizce bilgisi olan Hatice, bir aylık eğitimin neticesi bana oldukça düzgün bir İngilizce ile yazılmış e-posta yolladı.
Eğitim alanında pek çok yatırımı olan ailenin mensubu olarak yolunuza Darüşşafaka’yla devam etmenizin bir nedeni ya da nedenleri nedir?
Darüşşafaka ile yolumun kesişmesi çocukluk yıllarımda, babamızın emekliliğinden sonra ailemizin bizlerin eğitimleri için Fatih’te bir ev kiralamalarıyla başladı. O yıllarda ben ilkokula giderken, ablam Nimet Sonkaya da Fatih Çarşamba’daki Darüşşafaka’nın tarihi binasının karşında yer alan Cumhuriyet Kız Lisesi’ne gidiyordu. Darüşşafaka’ya büyük sevgi ve saygısı olan rahmetli Fikret Ağabeyimle yaptığımız sohbetlerimizde en önemli ülke sorunlarımızın başında eğitimin geldiğini, bunun da ilk olarak evlerimizde başladığını, en önemli öğretmenlik görevinin iyi eğitimli annelere düştüğünü dile getirirdik. Ülkemizde Darüşşafaka gibi çocuklarımıza nitelikli eğitim sağlayarak, eğitimde fırsat eşitliği tanıyan kökleşmiş başka bir kurum yok. Kız çocuklarının eğitimine kendini adamış biri olarak isimlerimizin Darüşşafaka Kız Öğrenci Evi’nde yaşayacak olması çok kıymetli… 157 yıllık bir kurumla belki 157 yıl daha yaşayacak ve bizim kız çocuklarının eğitimine verdiğimiz değerin bir sembolü olacak.
Ağabeyinizin hayatını, anılarını kitaplaştırdınız. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Ağabeyim fevkalade mütevazı, herkes tarafından sevilen bir insandı fakat hayatı boyunca anılarını yazmak aklına gelmezdi. Nitekim hastalığının son zamanlarında ona böyle bir kitap yazılsa öncelikle ne demek istediğini sormuştum. O da kitabın başındaki cümleyi kurdu: “Atatürk sürecinin son kırıntılarından birisi olan…” 1936’da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitiriyor. Gerçek Atatürk dönemi kuşağındandı o. Emlak Kredi Bankası, Ziraat Bankası ve Yapı Kredi Bankası’nın genel müdürlüğünü üstlenmişti. Pek çok yönergede onun imzası buluyor. Mesela 75-80 yıl önce yazılmış bir yönergede diyor ki, sıcak havalarda spor kıyafetle işe gelebilirsiniz. Ağabeyim benim için örnek bir insandı. Hala mümkün olduğu kadar da onun izinden gitmeye gayret ediyorum.
Rezidans bağışçısı olmaya nasıl karar verdiniz?
Gerek İsviçre’de gerek ABD’de bazı arkadaşlarım benzer yerlerde kalıyordu. Darüşşafaka Rezidansları ile onlar arasındaki tek fark, onlar aylık ücret karşılığında bu hizmetleri veriyorlardı. Ben, Darüşşafaka Rezidansları’nı daha çok ileriye dönük bir yatırım olarak görüyorum. Yaptığım araştırmalar neticesinde bu işi en iyi yapan ve yurt dışında bu hizmeti veren kurumlara en yakın örneğin Darüşşafaka Rezidansları olduğunu gördüm. İleri yaşlarımda kimseye yük olmak istemiyorum açıkçası… Böyle bir bakım hizmeti varken de bundan yararlanmak istedim. Bir bakıma geleceğimi garantiye aldım. Eğer sağlığım kendi başıma yaşamama izin vermezse ne olacağına dair kafa yormuyorum artık… Biliyorum ki Darüşşafaka’da gayet iyi bakılacağım. Bu da zihinsel olarak çok rahatlatıyor. Mühim olan da bu zaten… Şu an için orada yaşamayı düşünmüyorum. Çünkü yaşadığım yerden de memnunum, spor yapıyorum, golf oynuyorum.
Urla Rezidans’ı neden tercih ettiniz?
Doğası çok etkileyici… Rezidansın bahçesi çok güzel… Denizi var. Eğer ki bir gün gidersek hiç olmazsa deniz kıyısında bir kahve içeriz.
Gayet sağlıklı ve dinçsiniz, bunu neye borçlusunuz?
Zihinsel dinçliğe… Bence insan öncelikle zihinsel olarak dinç olmalı… Zihinsel olarak dinç olmanın en temel yolu ise iyiliksever bir insan olmaktan geçiyor. Bunu da aileden kapıyorsunuz. Özetle iyi insan olmak lazım. Bunun yanı sıra ben hiç farkında olmadan küçük yaşımdan beri spor yapmışım. Mahalle arasında kağıt topla oynardık, çocukluğumda… Vefa Lisesi’nde ve Teknik Üniversite’de futbol oynadım. Uzun yıllar tenis oynadım, İsviçre’deyken kayak yaptım. Yirmi senedir de golf oynuyorum.
Darüşşafakalı öğrencilerle ne tavsiye edersiniz?
Darüşşafakalı çocuklar gayet iyi bakılıyor, iyi yetiştiriliyor ve iyi eğitim alıyorlar. Ancak yükseköğrenimde yurt dışını zorlayan öğrenci sayısı çok az. Globalleşen dünyamızda bu şart. Çocuklarımızın yurt dışı lisans ve lisansüstü eğitim masraflarını Darüşşafaka’dan beklemek biraz haksızlık olur. Bu konuda Darüşşafaka’dan beklenecek tek şey yurt dışı üniversitelerle, yetenekli çocuklarımızın iletişimini gerçekleştirecek tecrübeli bir rehber hoca ile bu konuya odaklanarak, onlara yardımcı olmak. Ayrıca Türk Eğitim Vakfı’nın (TEV) yurt dışı lisans bursları için yetenekli çocuklarımızı cesaretlendirmenin de çok olumlu neticeler vereceğine kalben inanıyorum.
Peki, 43 yıl sonra Türkiye’ye döndünüz. Burada mutlu musunuz?
Bazı insanlar 100 yıl da yurt dışında kalsa yine ülkesini özler. Ben de o insanlardanım. Yabancı memleketlerde kaldığım süre zarfında pek çok Türk, Ermeni ve Rum vatandaşımızı tanıdım. Hepsinin nasıl Türkiye özlemi çektiğini gördüm. Ben, yurt dışında çalışıp kazandığımı getirip ülkemin geleceği için yatırdım. Bundan ötürü de mutluyum.
Fikret Aktekin kimdir?
İsmet Aktekin’in en büyük ağabeyi olan Fikret Aktekin, Nevşehir’in Nar kasabasında 28 Ocak 1914 tarihinde dünyaya geldi. İlkokul eğitimini Çorum’da, lise eğitimin Kabataş Lisesi’nde ve yüksek tahsilini Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1936 yılında tamamladı. Bankacılık mesleğine Ziraat Bankası’nın açtığı müfettiş muavinliği imtihanını kazanarak başladı. Daha ileri yıllarda ise Emlak Kredi Bankası, Ziraat Bankası ve Yapı Kredi Bankası’nda genel müdürlük görevinde bulundu. Aktif ve yoğun bankacılık yaşamında dahi farklı sosyal sorumluluk projelerine zaman ayırdı. Turing Otomobil Kurumu, Yıldız Saraylaır Vakfı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri (TEGV) mütevelli heyetleri ve yönetim kurullarında görevler aldı. Fikret Aktekin, 28 Mart 2005 tarihinde vefat etti.
“Hayatımızın bu döneminde en yakınımız Darüşşafaka …”
Atifet Usmanbaş 1923, Prof. Dr. İlhan Usmanbaş 1921 doğumlu… 1940’lı yıllarda opera tutkusunun peşinden giden Atifet Hanım, tam 32 yıl boyunca pek çok operada rol alıyor. Kariyerinin zirvesindeyken operayı bırakan Atifet Hanım, ardından bilgisini gelecek kuşaklara aktarıyor.
Röportaj: Demet Eyi - Rezidans dergisi ( 2013)
Mühendis olmayı planlarken müzik tutkusunun peşinden giden İlhan Usmanbaş, yaptığı bestelerle sadece Türkiye’de değil dünyada takdir toplamış bir sanatçı… Besteleriyle pek çok ödül alan ve “devlet sanatçısı” unvanı verilen Prof. Dr. Usmanbaş, 2011 yılına kadar öğretim üyesi olarak genç kuşakları yetiştirmeye devam etti.
Eğitimin önemine inançlarından ötürü Darüşşafaka’ya hibe ve gayrimenkul bağışı yapan ve aynı zamannda rezidans bağışçısı olan Usmanbaş çifti, 60 yıldır aynı yastığa baş koyuyor. Dergimiz için ziyaret ettiğimiz Usmanbaş çifti, zarafetle bizi karşıladı. Doksan yıllık ömürlerinden kesitler sunan fotoğraf albümlerinin yapraklarını çevirdikçe hiç durmadan üretmiş, ürettikleriyle mutlu olmuş, düşlerini gerçekleştirmiş Usmanbaş çiftinin muhteşem yaşam öyküsüyle karşılaştık.
Atifet Hanım sohbete, “Ben doğdum doğalı, bütün oyunlarımı şarkı söyleyerek, dans ederek oynardım. Benim için hayat şarkı söylemek, dans etmekti. Daha dört-beş yaşından beri idealim buydu. Bir gün anneme, ‘Öyle bir okul olsa ki her şey şarkılı olsa’ dedim. Meğer varmış, konservatuvarmış o… Bu insanın içinden gelen kıpır kıpır bir his ve nereye götürürse gidiyorsunuz” diye başlıyor.
1940’ta İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Şan Bölümü’ne giren Atifet Hanım, orada Alice Rosenthal’ın öğrencisi oluyor. İlk üç ay sonunda bir öğrenci konserinde söylemeye başlıyor ve sınıf atlıyor. 1942-1943 yılları arasında Ankara Devlet Konservatuvarı Şan-Opera Bölümü’ne giren Atifet Hanım, “Sınavı yatılı kazanmak çok zordu ama kazandım. Böylece Ankara’ya gittim. Hocalarım içimdeki aşkı fark ettiler. Son sınıftayken mütemadiyen başrol oynadım” diyor.
Beş yıllık konservatuvar eğitiminin ardından 1948’de mezun olan Atifet Hanım’a operacı olma kararını ailesinin nasıl karşıladığını sorunca, “Karşı çıkmadılar, çünkü dinlemeyeceğimi biliyorlardı. Hayatımın hiçbir döneminde asi değildim. Herkesin sözünü dikkatle dinler, kendime göre yakıştırır ve iyi olanı yapardım” diye yanıtlıyor.
Unutulmayan roller
Atifet Usmanbaş
1942’de sahneyle tanışan Atifet Hanım, ilk büyük rolünü sanki dünmüş gibi anlatıyor: “İlk rolüm son sınıftayken Carmen’de ‘Micaela’ diye çok mühim bir roldü. Çok zordur. Talebeyken de Satılmış Nişanlı’da ‘Esmeralda’ rolünde dans edip, şarkı söylüyordum.”
Ankara Devlet Operası sanatçısı olarak 1948’den 1974’e kadar 28 değişik rolde görev alan Atifet Hanım, Sevil Berberi’nde Rosina, Palyaçolar’da Nedda, Tiefland’da Nuri, Yarasa’da Adele, Aşk İksiri’nde Adina, Manon’da Manon, Don Juan’da Zerlina, Telefon’da Lucy, La Boheme’de Musetta, Serva Pardona’da Serpina, Carmen’de Micaela, Vah Gogh’ta Rachelle, Turandot’ta Liu, ayrıca Şen Dul, Paganini, Çingene Baron, Tebessümler Diyarı gibi operetlerde değişik rollerde oynuyor. Bu noktada unutamadığı rolün hangisi olduğu sorusuna, “Turandot’ta Liu ve Manon’da Manon” diye yanıtlıyor.
Zirvedeyken veda etti
1974’te şan pedagogu olarak İstanbul Devlet Operası’na atanan Atifet Hanım, “Son rolüm Turandot’ta Liu oldu. Hayatım boyunca hep mesleğimi en yüksek noktada bırakmayı istedim. Çünkü tam tepedeyken bırakmak çok güzel bir duygu... Bu düşümü de gerçekleştirdim, hatta Necil Kazım Akses Hocam, “Atifet senin bu yaptığını dünyada çok az insan yapabilir” demişti.
25 yıl genç nesilleri yetiştirdi
Operadan ayrıldıktan sonra Mimar Sinan Üniversitesi Şan Opera Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Atifet Hanım, “Hocalık tabii çok güzel bir şey… Ben her şeyi hep sesimle gösterdim çocuklara… Mesela bir opera aryası verdiğim zaman talebeme arya söyleyen kadının karakterini, bütün bunları tarif ediyor hatta oynuyordum. Bu nedenle çok iyi talebelerim çıktı: Rahmetli Zehra Yıldız, Gülay Sözgen, Ahmet Öncül, Sema Tüzün, Ruhsal Öcal, Nilgün Akkerman, Ulya Tekrin Bruks, Sevil Yarar, Zafer Erdaş, Gökhan Ürben…”
Otuz iki yıl sahne tozu yutan, 25 yıl ise hocalık yapan Atifet Hanım’a hangisinin kendisi için daha özel olduğunu sorduğumuzda şöyle yanıtlıyor: “Tabii sahnede olmanın değeri hiçbir şeyle ölçülmez ama bunu bir başkasına aktarmak da dünyanın en büyük zevki. Bir insan yetiştiriyorsunuz. Bir fidan düşünün, toprağına bakıyor, suyunu veriyorsunuz, büyüyor, sizi geçen bile oluyor.”
Türkiye’de opera sanatçısı olmanın zorluklarını sorduğumuzda, “Eğer mesleğinize aşıksanız her zorluğuna katlanıyorsunuz. Ben, hiçbir zaman kimseye kendimi beğendirmeye çalışmadım. Çünkü kendi muhitimde takdir ve alkış alıyordum” diyor.
“O kadar güzel öldünüz ki…”
Yıllar boyu sayısız anı biriktiren Atifet Hanım, birkaç anısını da bizimle paylaşıyor: “Turandot’ta Liu rolünde küçük bir köle kızı oynuyordum. Orada bir ölüm sahnesi var. Kız, intihar ediyor. O sahneyi seyreden Dış İşleri Eski Bakanlarımızdan Feridun Cemal Erkin, oyundan sonra bana çiçek göndermiş ve şu notu yazmıştı: ‘O kadar güzel öldünüz ki, dua ettim gerçekten ölmemeniz için’…”
“Bu bizim Atifet değil mi?”
Ardından başka bir anısını gülümseyerek aktarıyor: “Birgün İsmet İnönü ve eşi gelmişti. İnönü ailesini, zaten tanıyordum. Malum İsmet Bey’in kulağı az duyuyordu. Sahneye çıktım, o sırada İnönü’nün sesi duyuldu ‘Bu bizim Atifet değil mi?’ Bütün orkestra ve salon gülmeye başladı: Sonra sahnenin arkasına geldi. Herkesin elini sıktı. Ardından ‘Ben, seni tanıdım’ dedi.”
Müziğe adanmış bir ömür: İlhan Usmanbaş
Prof. Dr. İlhan Usmanbaş
Prof. Dr. İlhan Usmanbaş, 1921’de İstanbul’da doğar. Ailesi o, iki yaşlarında iken Ayvalık’a göçer, çünkü avukat olan babası mübadeleyi en yoğun yaşayan yörelerin başında gelen Ayvalık’ta hukuki sorunlarla ilgilenmeyi seçmiştir. Bu seçimin büyük besteci üzerindeki etkisini şu cümlelerinden anlıyoruz: “O yıllar Ayvalık müthiş hareketli, adeta kendi içinde yaşayan bir kentti. Herkes farklı yerlerden bir şeyler getirmişti. Kimisi Girit’ten kimisi Makedonya’dan kimisi Midilli’den kimisi İstanbul’dan... Son derece müthiş, besleyici ve çok güzel bir kültür çorbasıydı… Elbette, böyle bir ortamda büyümek beni müthiş etkiledi.”
İlk ve ortaokulu Ayvalık’ta bitiren İlhan Bey, müziğe çok küçük yaşta İstanbul’da okuyan ağabeyi Orhan Usmanbaş’ın armağan ettiği viyolonselle başlıyor: “Ağabeyim, İstanbul’dan hediye olarak bana bir viyolonsel getirdi. Nasıl çalınacağını biraz gösterdi. Ardından kendi kendime çalışmaya başladım. Galatasaray Lisesi’ne başladığımda viyolonsel hocamız vardı. Bu sayede geliştirdim.”
“Türkiye’de mühendis yetişiyor, besteci yok”
Lise yıllarında mühendis olmayı isteyen İlhan Bey, fikrini değiştiren olayı şöyle anlatıyor: “Galatasaray’daki son yılımda çok iyi piyano çalan bir matematik hocam vardı. Sık sık viyolonselimi alıp evine giderdim. Birlikte çalışırdık. Benim kompozisyon yaptığımı biliyordu. Birgün bana, ‘İlhan, Türkiye’de mühendis yetişiyor. Türkiye’de besteci yok. Böyle çalıştığına göre acaba besteci olmak ister misin?’ dedi. Böylece benim kapalı duran kapımı açmış oldu.”
Hayat arkadaşını buluş öyküsü
Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne devam eden İlhan Bey, aynı zamanda İstanbul Belediyesi Devlet Konservatuvarı’nda Sezai Asal’dan viyolonsel ve Cemal Reşit Rey’den armoni dersleri alıyor. Hayat arkadaşı Atifet Hanım’la da burada tanışıyor: “Atifet Hanım da o yıllar İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda şan öğrencisiydi. Ben onun dikkatini çekmedim ama o benim dikkatimi hemen çekti. Birkaç öğle yemeğine gittik. Sonra tesadüfe bakın ondan bir sene önce ben de yatılı olarak Ankara Devlet Konservatuvarı’na gittim. Böylece Ankara’da da görüşmeye devam ettik. 1948’de ikimiz de mezun olduk, aynı yıl hocalarımız nişan yüzüklerimizi taktı, ardından da hemen evlendik.”
Nişan yüzüklerinin takılış öyküsünü ise gülümseyerek anlatıyor Usmanbaş çifti: “Konservatuvarın bitmesine yakın Ankara’da bir kuyumcuya yüzüklerimizin siparişini vermiştik. Yüzükleri almaya gittiğimiz gün kuyumcuda hocalarımız Necil Kazım Akses ve Nuri Cemal Erkin ile karşılaştık. Bizi orada nişanladılar.”
“Kendi kendini yetiştiren bir toplum gibiydik”
İlhan Bey, o yıllarda Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki atmosferi ise şu cümlelerle aktarıyor: “Tiyatrocular, operacılar, besteciler, baleciler, kemancılar, viyolonselciler hepimiz bir aile gibiydik. İşin garip tarafı o zamana kadar opera görmemiş olan insanlar, ilk defa kendileri opera yapıyordu ve operanın ne olduğunu yaparken öğreniyorlardı. Benim gibi bestekarların eserleri ilk defa oralarda çalınıyordu. Bir çeşit kendi kendini yetiştiren bir toplum gibiydik. Aslında Ankara’yı da yetiştirmiş olduk. Çünkü Ankara bir kasabaydı. O kasaba, ilk defa bir opera, devlet tiyatrosu görüyordu.”
“Bu ülke bizi sıfırdan yetiştirdikten sonra o bebeği, ABD’de yalnız bırakmak içimizden gelmedi”
Usmanbaş çifti, 1957’de Rockefeller Bursu ile ABD’ye gidiyor. Atifet Hanım, New York’ta İlhan Bey’in bestelerinden oluşan sekiz konser veriyor. Orada kalmaları için yapılan tüm ısrarlara karşın Usmanbaş çifti bir yılın sonunda Türkiye’ye geri dönüyor. Dönme kararlarının gerekçesini şöyle açıklıyor İlhan Bey: “Türkiye’de bize ihtiyaç vardı ama orada kalmayı seçen arkadaşlarımızı da kınamıyorum. Hatta keşke biz de kalsaydık dediğimiz zamanlar da oldu. Çünkü orada yetişme ve ilerleme imkânları çok farklıydı. Ama bu ülke bizi sıfırdan yetiştirdikten sonra o bebeği orada yalnız bırakmak içimizden gelmedi.”
Öğrenci idi, müdür oldu
1942’de girdiği Ankara Devlet Konservatuvarı’na 1964’te müdür olan İlhan Usmanbaş, 1974’te de İstanbul Devlet Konservatuvarı’na müdür olarak atanıyor. Daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlanan bu kurumda Kompozisyon Ana Sanat Dalı Başkanı olarak 1999 yılına kadar görev yapıyor. Ardından İTÜ’ye bağlı MİAM’da ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda kompozisyon ve çağdaş müzikler dersleri veren İlhan Usmanbaş, Bilgi Üniversitesi öğretim üyeliğinden 2011’de ayrılıyor. Altmış yılı aşkın süre hocalık yapan İlhan Bey, sayısız yeteneği yetiştiriyor. Öğrencileri arasında kimlerin olduğunu sorduğumuzda gülümseyerek, “Artık isimlerini veremeyeceğim kadar büyüdüler. Herkes profesör oldu” diyor ve ekliyor: “Almanya’da orkestra şefliği yapan Betin Güneş, besteci ve eğitimci Özkan Manav, entelektüel bir felsefe profesörü gibi metinler yazan Mehmet Nemutlu…”
“Eğer yaptığınız müzik iyiyse mükâfatını alıyorsunuz”
1954’te Fromm Müzik Ödülü’nü (ABD), 1958’de Kousssewitzky Ödülü’nü (ABD), 1967’de Wieniawsky Ödülü’nü (Polonya), 1969’da Bale Müziği Ödülü’nü (İsviçre) alan İlhan Usmanbaş’a 1971’de “devlet sanatçısı” unvanı veriliyor.
Aynı zamanda Sevda-Cenap And Müzik Vakfı Altın Madalyası, Uluslararası İstanbul Müzik Festivali Yaşam Boyu Başarı Ödülü ile Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktorası sahibi olan İlhan Bey, “Ben, belli birtakım çalışmaların dünyada ortak olduğu fikrindeyim. Dünya bugünlere ulaşmış bir müzik tarihini devralmış. Eğer yaptığınız müzik iyiyse mükâfatını alıyorsunuz” diyor.
“3. Senfoni” ile “İşte Sevgili Viyolonsellerimiz” isimli orkestra eserini eşi için besteleyen İlhan Usmanbaş, “En son iki yıl önce bir beste yaptım. Ancak kendimi tekrar etmekten korktuğum için beste çalışmalarını bıraktım” diyor.
“Biz de bir çeşit Darüşşafaka hizmeti almış sayılırız”
Atifet ve İlhan Usmanbaş
Darüşşafaka bağışçısı Usmanbaş çiftine neden Darüşşafaka’yı seçtiklerini sorduğumuzda Atifet Hanım’dan yanıt geliyor: “İkimiz de yıllar boyu ülkemizin gelecek kuşaklarını yetiştirmek için çalıştık ve hep şunu gördük: Milletimizin okumaya çok ihtiyacı var. Birgün televizyonda bir beyefendi konuşuyordu. Hayranlıkla kendisini izlerken ‘Ben, Darüşşafaka’da yetiştim’ dedi. Bir toplantıda çok kültürlü, harika bir hanımefendiyle tanıştım, ‘Ben, Darüşşafakalıyım’ dedi. İşte Türkiye’nin böyle insanlara ihtiyacı var. Eşimle düşündük taşındık. Bu kadar güzel, bilgili, kültürlü insanı kim yetiştirdi? Darüşşafaka. Onun için Darüşşafaka’yı seçtik. Diğer bir noktada devlet konservatuvarı yatılı öğrencisi olarak biz de bir çeşit Darüşşafaka hizmeti almış sayılırız. Aksi halde ikimizin de ailesi yıllarca bizi Ankara’da okutmaya cesaret edemezdi.”
Maltepe Rezidans’ta kendilerine ait daireleri olmasına karşın evlerinde yaşamaya devam eden Usmanbaş çifti, bunu daha ileriki yaşlarını garantilemek için yaptıklarını kaydediyorlar. Bu noktada sözü alan Atifet Hanım, “Maltepe Rezidans’ı gidip gezdik. Darüşşafaka, orada yaşamayı seçen bağışçılarına son derece özenli hizmet veriyor, bunu adımınızı attığınız andan itibaren anlıyorsunuz. Fakat orada kalmak yeni bir hayat düzeni. Biz de düzenimizi bozmak istemiyoruz. Ancak birgün, kendimize bakamaz duruma gelirsek, kalacak yerimiz belli… Orası bizim için büyük bir güvence… Her türlü sıkıntımızda Rezidansları arıyoruz, hemen çözüm buluyorlar. Hayatımızın bu döneminde en yakınımız Darüşşafaka” diyor.
“Hiç kimsenin yaşamadığı kadar yaşadım, hiç kimsenin sevilmediği kadar sevildim”
Şair Ümit Yaşar Oğuzcan ile otuz yıl evli kalmış, “İspanyol Meyhanesi’nde Seni Aradım” kitabıyla tanınan şair Turhan Oğuzbaş’ın ise kız kardeşi olan Özhan Oğuzcan, artık yaşamın Urla Rezidans’ta devam ediyor.
Röportaj: Demet Eyi - Rezidans dergisi ( 2011)
Kaptan “Eskidikçe güzelleşen şeyler de var; Şarap gibi, senin gibi Senin için yazdığım şiirler gibi…”
“Bütün sevgililer, dostlar gitti. Bir sen kaldın kadınım, beni terk etmeyen” diyordu “Batık Gemi” adlı şiirinde Ümit Yaşar Oğuzcan, otuz yıllık hayat arkadaşı Özhan Hanım’a… Altmış iki yıllık ömrüne otuz üç kitap, sığdırmış edebiyatımızın en üretken şairlerinden Ümit Yaşar Oğuzcan’ın tabiriyle “Kaptan”dı, o… On dört yaşındaydı, Ümit Yaşar Oğuzcan ile evlendiğinde… Kendi deyimiyle sokakta “çelik çomak” oynuyordu daha… Aileler öyle uygun görmüştü, ona da kabul etmek düşmüştü. Tanıdıkça sevmişti hem de çok sevmişti Ümit Yaşar’ı… Urla Rezidans’ın bağışçıları arasına katılan Özhan Oğuzcan ile yeni dairesinde bir araya geldik. Şimdiye kadar suskunluğunu koruyan Oğuzcan, bizi kırmayarak, sorularımızı yanıtladı.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Mersinliyim. 1934 doğumluyum ama evlenirken nüfusumu büyüterek 1933 yaptılar. Ümit, teyzemin üvey oğluydu ama birbirlerini öz anne-oğul gibi severlerdi. On dört yaşındayken, beni Ümit’e istediler. Oysa ben daha sokakta çelik çomak oynuyordum. Annem, yaşım küçük diye itiraz ediyor. Ümit’in ailesi de enstitüyü - Mersin Enstitüsü’ne gidiyordum- bitirene kadar bekleme sözü veriyor. Fakat maalesef bu olmadı.
Siz nasıl karşıladınız?
Benim haberim yoktu. Hatta Ümit ile sözlendiğimizi çocukluk arkadaşımın vasıtasıyla öğrendim. Arkadaşımın babası ile Ümit’in babası uzaktan akrabaydı. Arkadaşım onların konuşmalarına kulak misafiri olmuş, telaşla haberi bana getirmişti. Ardından da teyzem geldi, durumu açıkladı. Sekiz ay nişanlı kaldık. O zamana kadar Ümit’e “ağabey” diyordum. 1948’de evlendik. Ümit 21, bense on dört yaşındaydım. On beşimde de rahmetli oğlum Vedat’ı doğurdum.
Eğitiminiz yarım bırakmak içinizde ukde kaldı mı?
Hâlâ ukdedir. Çünkü idealim enstitü hocası olmaktı. Dikişe çok yeteneğim vardı. On bir yaşındayken annemin eski elbisesi bozup kendim için kıyafet dikmiştim.
Evlendikten sonra Ümit Bey’e okumak istediğinizi söylemediniz mi?
Altmış yıl öncesini size anlatıyorum. O dönemin koşullarında bir kadının kocasından böyle şeyler talep etmesi söz konusu olmazdı. Bir de İstanbul değil, Mersin yaşıyorduk. Tabii, Mersin, daha kozmopolit ve modern bir kentti ama yine de evli bir kadının okulu gitmesi pek görülmüş değildi. Yine de kendi dikişimi diktim. 1950’li yıllardı. Komşum terziydi. Birlikte çalışmamızı önerdi. Çok istedim ama Ümit izin vermedi. Bu da içimde bir ukdedir. Her kız çocuğunun elinde bir mesleğinin olması gerektiğine inanıyorum.
Peki nasıl bir hayatınız oldu?
Ümit, İş Bankası’nda çalışıyordu. Evlenince Adana’da kayınpederim ile teyzemin yanında yaşadık. Oğlum bir buçuk yaşına geldiğinde ayrı eve taşındık. O sırada Adana’ya Hamiyet Yüceses geldi. Ardından da Ümit, kayıp oldu. Bir ay hiçbir haber alamadık. Kimisi Hamiyet Yüceses ile kaçtığını söyledi, çünkü “Çeşmi Siyah” türküsünü ondan dinledikten sonra ilham alarak ona bir şiir yazmıştı. Sonra bir mektup geldi, tayinini Manisa Turgutlu’ya çıkarmış, oradaymış. Hiçbir haber bırakmadan kaybolmasına çok kızmıştım, o nedenle yanına gitmek istemedim. Annem araya girdi, beni onun yanı götürdü. Oradan Niğde’ye ardından da Ankara’ya gittik. Ankara’da şairlerle bir araya gelme olanağı buldu. İlk kitabı da orada basıldı. İstanbul’a yerleştikten sonra ise iyice popüler oldu.
En sevdiğiniz şiiri hangisi?
“İki Kişiye Bir Dünya”… Bence Ümit’in en güzel şiiri bu… O şiiri yazdığı hanım avukattı. Sonra çok iyi dost olduk. Elli beş senelik arkadaşım. Hatta öz kız kardeşim gibidir. Çocukları elime doğdu. Sık sık görüşürüz.
Özhan ve Ümit Yaşar Oğuzcan
Peki, ya Ayten, “Milyon Kere Ayten”, onu da tanıdınız mı?
Tabii… Onunla da arkadaş olduk. Ümit, İş Bankası’ndaki halkla ilişkiler müdür muavinliği görevinden istifa etti. İstanbul’a geldik. O arada Ayten’i tanıdı. Bir toplulukta tanımış. Hakikaten çok hoş kadındı. O da benim arkadaşım oldu. Ümit, beni onlardan kıskanırdı.
Siz, Ümit Bey’i onlardan kıskanmaz mıydınız?
Hayır. Kıskanmadım. Çünkü hiçbir zaman ihmal edilmedim. 25. evlilik yıldönümümüzde getirdiği çiçekte “Senin eşsiz gönlüne hangi gönül yetişir? Ben her derdi çekerim, yalnız sen gül yetişir… Anlatabilmek için sana şükranlarımı; Ne 25 yıl ne 25 gül yetişir” notu vardı. Biz otuz sene çocuklar hacrinde bir gün münakaşa etmedik. Yaşadığı her şeyi bana anlatırdı. Yokluk çektim, sarhoşluğunu çektim. Bunları çektim ama severek çektim. Yaşadım, yaşattı… Son hanım çıkıncaya kadar hiçbir şeyi inkar edemem. Hiç kimsenin yaşamadığı kadar yaşadım, hiç kimsenin sevilmediği kadar sevildim. Ümit bana hep şunu derdi: “Nasıl ki bir heykeltıraş ya da ressamın nü resim yaparken mankene ihtiyacı varsa, benim de şiir yazmam için aşık olmam gerek.” Ümit’in farklı bir yapısı vardı. Ayten, 1961-63 yılları arasında Ümit’in hayatına girdi. O yıllar Ümit, altı kez intihar teşebbüsünde bulundu. “İki Kişiye Bir Dünya” şiirini yazdığında ise Ankara’da kafasını buzlu cama vurdu. Öyle bir doğum sancısı geçiriyordu. Şiiri yazdıktan sonra bir boşluğa düştüğünü söylüyordu. İşte o sancılı dönemlerin çilesini hep ben çektim. Ayten’den sonra “Mihriban’a Mektuplar” çıktı. Mihriban’a ne olduğunu bilmiyorum. Zaten ismi de Mihriban değil Perihan’dı. Eşi ünlü bir şahsiyetti. O nedenle ismini kullanmadı. Bu üç kadının Ümit’in hayatında önemli yeri vardı. Başkaları da olmuştu ama bu üç isim büyük ilham kaynaklarıydı.
Sizin için yazılmış en sevdiğiniz şiir hangisi?
Ümit, benim için çok şiir yazdı. Ancak bir ara hiç yazmaz oldu. Bir gün sitem ettim. Ertesi gün el yazısıyla yazdığı bir şiirin yanına benim fotoğrafımı koyup çerçeveletmiş olarak bana getirdi: “Ana Koşması…” Onu çok severim.
Boşandıktan sonra da eşinizin soyadını kullanmaya devam etmenizin özel bir nedeni var mı?
Avukatımın tavsiyesiyle soyadımı korudum. Zaten biz zaten kavgalı ayrılmadık. Boşandıktan sonra da ayda bir iki kez öğle ya da akşam yemeğinde bir araya gelirdik.
Otuz yılın ardından boşanma kararı almak, zor oldu mu?
Hayır. Benden sonra evlendiği kadın ve eşiyle Avrupa seyahatine gitmiştik. Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra Ümit, boşanmak istediğini söyledi. Hemen kabul ettim, çünkü bardak artık taşmıştı. Araya kimse girmesin diye işlemler tamamlanana kadar hiç kimseye bir şey demedim. O an hiçbir şey düşünmedim, hiçbir şey istemedim. Çünkü 25 yaşında bir evlat kaybettik, benim insana ihtiyaç duyduğum zaman böyle bir şey yaptı. Oğlum, 1973’te Galata Kulesi’nden atlayarak intihar etti. Babasından çok etkilendi. Çünkü Vedat, ergenlik çağına girdiğinde Ümit, iki de bir intihar ederdi, sürekli hastanelerdeydik. Diğer bir neden de oğlum hep, “Vedat” olarak var olmak istiyordu ama her zaman Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlu olarak anılıyordu. Kayınpederim Lütfi Oğuz Oğuzcan da yazardı. Bundan ötürü Ümit, ona hep şöyle derdi: “Oğlum ben babamı geçtim, sen de beni geç, -Vedat, Güzel Sanatlar Akademisi’nde heykel okuyordu-Sen de heykel alanında Vedat Oğuzcan ol ve ben, Vedat Oğuzcan’ın babası olarak anılayım.” O hanımla beş yıl evli kaldı, ardından da kalp krizi sonucu vefat etti.
Gülümseyerek hatırladığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
O kadar çok ki, hangisini anlatayım. Çok ince ruhlu bir insandı. Örneğin, münakaşa ettiğimizde ona vereceğim en büyük ceza ertesi gün, pencereden el sallamamaktı. Ya geri gelir ya da Nişantaşı’nda Bahçe Çiçekevi vardı, oradan zamanın en yeni çıkmış çiçeği neyse onu gönderirdi. Birgün İş Bankası Genel Müdürü Ahmet Dalı, Ümit’i yemeğe götürüyor. Ümit, sarhoş oluyor. Ahmet Bey de şoförüyle Ümit’i eve bıraktırıyor. Ümit, yolda çıkartıyor, arabayı berbat ediyor. Şoför arabayı yıkatsa da koku sinmiş tabii… Ahmet Dallı, “Şairi arabaya oturttuk, arabayı değiştirmek içinmiş” diyor. Acısıyla tatlısıyla dolu dolu bir hayat geçirdik biz.
Darüşşafaka Rezidansları’ndan nasıl haberdar oldunuz? Burada mutlu musunuz?
Başta mutluyum. Mutlu değilim dersem nankörlük etmiş olurum. Buradan vefat eden oğlumun orta ikiden beri sınıf arkadaşı olan Rozi sayesinde haberdar oldum. İstanbul’da yalnız yaşıyordum. Evim üçüncü kattaydı ve apartmanda asansör yoktu. Merdiven inip çıkmak Bir eziyetti. Sürekli ilaç kullanıyorum, o ilaçları gidip almam gerekiyordu. Alışverişe çıktığım zaman eve gitmeye halim kalmıyordu. Bir yardımcım vardı ama yine de olmuyordu. Çok yoruluyordum. Rozi’ye bir huzurevi düşündüğümü söyledim. O da burayı tavsiye etti. Ardından broşürleri gönderdi. Hoşuma gitti. Küçük oğlum Lütfi, Behramkale’de butik otel işletiyor. Ona, söyledim. Önce “Senin huzurevine gitmene asla izin vermem” dedi. Yine de rezidansı aradım, gelip beni aldılar. Bir gece kaldım. Çok beğendim. O sırada oğlum, bir Darüşşafaka mezunuyla tanışmış, ona sormuş. O çok övmüş rezidansları… İnternetten de incelemiş. Rahat edeceğime inanınca kabul etti. Burada hayatımın en rahat günlerini geçiriyorum. Düşünün evimdeyken ilacım bitmişti, gidip almaya gözüm kesmemişti. Buraya geldim, ilacım odama geldi. Buradaki hizmet anlayışını gösterecek küçük bir anımı paylaşmak istiyorum. İlk geldiğimde odamda abajur yoktu. Ben de gece okumayı severim. İdareye söyledim, bir saat içinde odama abajur geldi.
Ümit Bey’in kitaplarını okuyor musunuz?
Hayır. Eskiden yazdığın her şiiri okurdum, o da bana okurdu. Ama artık okumuyorum, çünkü ben o şiirlerin her satırının çilesini çektim. Sizler okurken ayılıp bayılıyorsunuz ama ben, onların yazıldığı o sancılı günleri yeniden yaşıyorum. Ölümünün 20. yılında İş Bankası bir anma düzenledi. Oğlumun da katkılarıyla Ümit’in o güne kadar yayınlanmış şiirlerini ve tüm şiirlerini içeren yedi ciltlik bir kitap basıldı. Buraya getirmedim. Benim ağabeyim de şairdi: Turhan Oğuzbaş… İspanyol Meyhanesi yüzünden ikisinin arasında çok kaldım.
Nasıl yani?
Şöyle ki; “İspanyol Meyhanesi’nde Seni Aradım” ağabeyim şiiri… “İspanyol Meyhanesi” ise Ümit’in… Vakko’nun karşısında sokakta İspanyol Meyhanesi vardı. Ağabeyim ve eşi Güngör ile birlikte sık sık oraya girdik. Güngör’ün bir arkadaşı vardı. Eşinden ayrılmış, hoş bir hanım... İkisi de bu şiirleri o hanım için yazdı. Teferruatı hatırlamıyorum ama ağabeyimle Ümit’in arası açıldı. O sırada ağabeyim “İspanyol Meyhanesi’nde Seni Aradım” adlı şiir kitabını çıkardı. Ümit, bu kitaba itiraz etti. Mahkemelik oldular. Ümit’e şahitlik edebilmek için boşandık. Gerek olmadığı anlaşılınca yeniden evlendik.
Ağabeyiniz aleyhinde şahitlik yapmak için Ümit Bey’den ayrıldınız mı?
Evet… Sevgiyi o vakit anlayın… Hakikaten çok sevdim. Boşanma davasında Hüsamettin Cindoruk Ümit’in, ortağı da benim avukatımdı. İki üç ay boşanmış kaldık. Çocuklarım dâhil kimse bilmedi. Gerek kalmayınca da yeniden Hüsamettin Bey’in Mısır Apartmanı’ndaki yazıhanesini nikâhımız kıyıldı.
Yaklaşık 10 yıldır yaşamını Maltepe Rezidans’ta sürdüren emekli öğretmen Sevinç Diriker, duygularını şöyle ifade ediyor: “Yaşıtlarımla buluşuyorum, bir sürü problemle mücadele ediyorlar. Hastaneden randevu almak için uğraşıyorlar, yardımcılarıyla uğraşıyorlar. Yalnızlık, teknik eleman arayışı, çarşı, pazar, yemek, temizlik, fatura... Rezidansa her gelişimde bana bunu lütfettiği için Allah’ıma şükrediyor ve odamın anahtarını öpüyorum.”
Maltepe Rezidans bağışçısı, emekli öğretmen Sevinç Diriker’le, Maltepe Rezidans’taki dairesinde bir araya geldik ve geçmişten bugüne uzanan bir yolculuğa çıktık.
Sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
Memur kızıyım. Ben doğduğum zaman babam mal müdürüymüş. Ankara’da oturuyormuşuz. Ardından varidat müdürü -bugünkü anlamıyla gelir müdürü- olarak tayini Afyon’a çıkıyor. Oradan da İzmir’e... İzmir’de yaşarken İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı... Sirenlerin sesini ve annemin telaşla kara perdelerini çekişini hatırlıyorum. Sonra Elazığ’a tayinimiz çıktı. O zamanın adıyla Elaziz’e...
Yıl kaçtı?
1945... İlkokula orada başladım, Bahçeli evlerde yaşıyorduk, bütün hayat sokakta geçiyordu. Çok güzel arkadaşlıklarımız vardı. Memur olduğumuz için bize gurbetçi gözüyle bakılıyordu. İlginç anılarım vardır, Elazığ yıllarına dair... Örneğin; bir gün annem, ben ve benden iki yaş küçük erkek kardeşim sokakta yürürken, çocuklar arkamızda “tango tango piyango” diye tempo tutmuştu. Çünkü annem tayyör giyer, şapka takardı, kardeşimle beni de çok özenli giydirirdi. O yılların Elazığ’ına göre fazla Avrupai kalmıştık. O gün annem, babama pardösü edinmek istediğini söyledi ve annem pardösü giyindi. Çok sevildik, sayıldık. Öğretmenlik mesleğini seçmemin nedeni de yine Elazığ’da yaşadığım bir olaydır. O yıllar Elazığ’da bir Enstitü Müdiresi vardı. Adı Sabiha Avar... Daha sonraki yıllarda Hayat mecmuasında çıkan yazılarını da okudum. Bir gün Sahiba Hanım, at üzerinde ayağında çizmeler, üzerinde siyah bir elbise, başında hafif türbanımsı bir örtüyle bizim mahalleden geçti. Herkes çıktı, alkışlar içinde gönderdiler. Annem soruşturunca Sabiha Avar’ın köylere gidip kız öğrencileri alıp okuttuğunu öğrendik. O zaman ben de tutturdum, “öğretmen olacağım, köylere gideceğim, kızları okutacağım” diye... Orta son sınıftayken bu kez babamın tayini Sivas’a çıktı.
Ortaokulu Sivas’ta mı bitirdiniz?
Evet. Ortaokul son sınıfa Elazığ’da başladım, Sivas’ta bitirdim. Erkek Öğretmen Okulu’na kaydım yapıldı. İki sene Sivas Öğretmen Okulu’na gittim. Tüm öğrenciler yatılı erkekti, sadece 35 kız gündüzlü olarak okuyorduk. Hapishane, öğretmen okulu ve askeriye Sivas’ın dışındaydı. Ayağımızda çizmelerle yürüyerek gideriz, kirpiklerimiz, saçlarımız buz tutardı. Bizi doğru büyük yemekhaneye alırlar, ocak karşısında eritirler. Ondan sonra derse girerdik. Tam son sınıfa geçtim, iftiharlık bir öğrenciyim, babamın tayini Edirne’ye çıktı.
Sonra?
Edirne Kız Öğretmen Okulu’na başladım. Orası da yatılıydı ama tam anlamıyla bir okuldu, müzik, beden eğitimi hepsi var. Erkek okulundan gelmiş biri olarak yakan top ve voleyboldan başka bir şey bilmiyorum. Beden eğitimi öğretmenimiz Mualla Hanım (Mualla Aruz, Urla Rezidans bağışçısı), “Sevinç, takla at” derdi. Bilmiyorum ki ömrümde takla atmamışım. Fakat derslere çabuk adapte oldum. Sene sonu geldiğinde herkes matematikten, cebirden korkarken ben, beden eğitiminden korkuyordum; fakat Mualla Hanım, beni yanına çağırarak, “Hüsnüniyetine güvenerek sana not veriyorum ve mezun ediyorum” dedi. Böylece mezun oldum. Benden iki yaş küçük erkek kardeşim Hava Harp Okulu’nda, diğeri de ortaokulda okuyordu. Ben de pedagojiyi kazandım, Ankara’ya gideceğim. Ancak babam, “Buraya kadar, artık okumayacaksın ve çalışmayacaksın” dedi. İki hafta, ceviz sandığımız vardı, boykot yapıp sandık üstünde oturdum. Annem araya girdi. Oranın milli eğitim müdürüyle konuşuldu, sonunda Edirne’nin Kırcasalih nahiyesine sınıf öğretmeni olarak tayin oldum. Hemen görev yerime gittim. Bir başöğretmen ile üç kadın öğretmenin görev yaptığı bir okuldu. Başöğretmen kayınpederim, öğretmen hanımlardan biri de sonradan kayınvalidem oldu. İlk öğretmenliğim orada geçti.
Nasıl bir öğretmendiniz?
İdealist bir öğretmendim, her zaman mesleğimle gurur duydum. Zaten öğretmen ağırlıklı bir aileden geliyorum. Kayınvalidem, kayınpederim, kayınvalidemin kız kardeşi, teyzem öğretmendi. Ben sınıf öğretmeniydim ama öyle yetiştirilmiştik ki, müzikten bedene hepsine egemendik. Bir sene sonra eşimle tanıştım, Gündüz Diriker... Ortaokul Türkçe öğretmeniydi, Beykoz’da çalışıyordu. 1959’da evlendik. İkimizin de tayini Edirne’nin Meriç kazasına çıktı. Bir yıl sonra oğlumuz Murat, Cumhuriyet Bayramı’nda doğdu. Zor yıllardı, sobayla ısınıyor, ateş ütüsüyle kolalı gömlek ütülüyorduk. Rica minnetle ben çalışırken oğluma bakacak bir kadın ayarlayabildik. İkinci oğluma hamileyken tayinimizi İzmit’e istedik ve 1963’te İzmit’e gittik. Aynı yıl, küçük oğlum doğdu. Eşim İzmit Lisesi’nde baş muavin, ben de 28 Haziran İlköğretim Okulu’nda öğretmendim. İki yıl burada görev yaptıktan sonra tayinim Yeni Turan Okulu’na çıktı, iki yıl da burada görev yaptım, ardından da Tuzla’ya tayinimiz çıktı. İzmit’ten Tuzla’ya gittiğimiz zaman çok ağlamıştım, çünkü oturacak ev yoktu. Eşimin görev yaptığı Tuzla Ortaokulu’nun üst katını bölerek, bizim için lojman yapmışlardı. Burada altı sene kaldık. Çok güzel günlerimiz oldu. Büyük oğlum lise çağına gelince İstanbul’a gelmeye karar verdik. Eşim aldığı bir teklifi kabul ederek Fenerbahçe Lisesi’ne baş muavin oldu. Böylelikle 1973’te Kadıköy Göztepe’ye yerleştik, halen de Göztepe’deyiz. Ben de İlhami Ahmed Örnekal İlköğretim Okulu’nda göreve başladım. İlk kez burada birinci sınıftan alıp, mezun edinceye kadar öğrencilerimi okuttum. Yoksa hep ya birinci sınıfları ya da 4 ve 5. sınıfları okuttum. 1979’da emekliliğimi istedim.
Emekliliğinizi istemenizin özel bir nedeni var mı?
1980 İhtilâli öncesiydi. Yürüyüşler, okul baskınları, işgaller, ortam huzursuzdu. Üç erkek, evim, aile büyüklerinin sağlık sorunları ve işim... Öğretmenlik sevgi ve sabır işidir. O dönem kendimi yetersiz hissettim. Öğrencilerimi mezun etmiştim. Arkamda ağlayan, üzülen olmayacaktı. Eşim emekli olduktan sonra 15 yıl da Saint-Joseph Lisesi’nde Türk Müdür olarak görev yaptı, iki torunum da oradan mezun. Çok sevilen bir insandı.
Peki, öğretmenlik sizin için ne ifade ediyor?
Dünyaya yeniden gelsem yine öğretmen olurdum. Eşim için de benim için de hayatın olmazsa olmazı eğitimdi. Hâlâ öğrencilerim ziyaretime gelir. Darüşşafaka’yı da zaten öğretmenlik yıllarımda çok iyi eğitim veren bir okul olarak tanıdım.
Darüşşafaka Rezidansları’nda yaşamaya nasıl karar verdiniz?
90’lı yıllarda Tuzla Öğretmenevi’nin yapımı esnasında Kadıköy’de KASEV’de gönüllü olarak çalışıyordum. KASEV’in yaptığı huzurevi çok hoşuma gitmişti. Özel odalar, yemek salonları... Eşimle birlikte gidip gezmiştik, hatta eşime bir oda almayı önermiştim ama o istememişti. 30 Aralık 2006’da eşimi kaybettim. Benim için büyük bir kayıptı. Onun kaybından sonra huzurevi fikrine daha fazla yoğunlaştım. Oysa bir oğlum aşağı katımda, diğeri birkaç sokak ötemde oturuyordu. Gelinlerim, torunlarım hep yakınımdaydı. Ben evlat, anne, eş, öğretmen, babaanne olarak hep çevremdekiler için yaşadım. Annemin, babamın, kayınvalidemin, kayınpederimin, manevi annem ve eşimin hasta durumlarını yaşadım. Yetiştim, yetişemedim. Sabah ezanıyla banliyö treniyle derse yetiştim. Yaşadığım zorlukları evlatlarım yaşamasın istedim. Öğrencim Dr. Özlem Çolpan sayesinde Darüşşafaka Rezidansları’ndan haberdar oldum ve onunla birlikte gelip gezdim. Fizik Tedavi Merkezi’ne yakın olduğu için de Maltepe Rezidans’ı tercih ettim.
Çocuklarınız nasıl karşıladı?
Çok sevdiğim ve manevi annem olarak kabul ettiğim bir öğretmen ablam vardı, Mihriye Işıklı... Onu da kocamdan birkaç hafta önce kaybettim. Bana bir daire bırakmıştı. Maltepe Rezidans’ta kalmaya karar verdiğimde oğullarımı ve küçük kardeşimi çağırdım. Dedim ki, “Çocuklar, Mihriye Hanım’ın evinde damla alın terimiz yok. Yetimin hakkı, yetime gitsin. O evi Darüşşafaka’ya bağışlıyorum.” Çocuklarım, bu kararımı saygıyla karşıladıklarını söyledi. Ardından dedim ki: “Ben de Darüşşafaka Rezidansları’na yerleşiyorum.” O zaman itiraz ettiler. Bunun üzerine dedim ki; “Sizin pek çok yanlışınız oldu, sizi kırmamak adına babanızla ‘evet’ dedik. Bu, size yanlış gelse dahi benim doğrum” dedim. Bu konuşmadan sonra kimse bir şey demedi. Ancak odamı seçmek için Maltepe Rezidans’a geldiğimde küçük oğlum, benimle geldi ve odaları beraber gezdik. 15 Mart 2007’de torunlarım, çocuklarım ve öğrencilerimin yardımıyla buraya taşındım. 16 Mart’ta da ilk kez günlük tutmaya başladım. Önceleri her gün yazıyordum, şimdi bazen haftalık bazen de aylık yazıyorum.
Peki, 10 yılın ardından Darüşşafaka Rezidansları’ndaki hayatı değerlendirebilir misiniz?
Bizler için ideal bir yer. Benim dilimden, gönlümden anlayan birçok arif yaşıtımla bir aradayım. Geçmişimiz aynı, geleceğimiz, beklentilerimiz aynı... Sıcak bir ilişki içindeyiz. Yaşıtlarımla buluşuyorum, bir sürü problemle mücadele ediyorlar. Hastaneden randevu almak için uğraşıyorlar, yardımcılarıyla uğraşıyorlar. Yalnızlık, teknik eleman arayışı, çarşı, pazar, yemek, temizlik, fatura... Rezidansa her gelişimde bana bunu lütfettiği için Allah’ıma şükrediyor ve odamın anahtarını öpüyorum.
Düşünün ilaçlarım alınıyor, muayenelerim, tahlil ve tetkiklerim muntazam yapılıyor. Hayatımı mutlu, huzurlu geçirmemi sağlayan üç doğru seçim yaptım: İşim, eşim ve Darüşşafaka... Burada personelle çevrili bir sevgi ve saygı çemberi içindeyiz. Darüşşafaka çalışanları iki kutsal görev yapıyor. 153 yıldır vatansever, aydın, Atatürkçü evlatlar yetiştiriyorlar. Yirmi yıldır 500’e yakın bağışçıya huzurlu, güvenli bir yaşam sağlıyorlar. Bu gönül işi, vefa işi, özveri işi... Ben 10 yıldır burada huzurlu, mutlu yaşıyorsam, bunu özveriyle çalışan bu güzel insanlara borçluyum.
Vefatınızdan sonra kadavra olarak bedeninizi bağışlamışsınız. Zor bir karar mıydı?
Hayır, çok kolay... 1972’de ben de kocam da organlarımızı bağışlamıştık. Kocam hastalık döneminde baktım elinde makas ikimizin de bağış kartını kesmiş, çok üzüldüm. Tabii yaş ilerliyor, organ bağışının anlamı kalmayınca öğrenciler için ne yapabilirim diye düşündüm ve kadavra bağışında karar kıldım. Rezidansa yerleştikten sonra kadavra bağışı konusunu araştırmaya başladım, internet üzerinden Marmara Üniversitesi Anatomi Ana Bilim Dalı’na ulaştım. Oraya gittim. İlgilenen doktor beyin adı Ümit’miş. Onunla tanıştık. Tabii, Ümit Bey de asistanlar da şaşırdı. Mutluluk da duydular, buna çok ihtiyaç olduğunu söylediler. Türkiye’de kadavra bulamadıkları için yurt dışından alıyorlarmış. Böylece bağışımı gerçekleştirdim.
Darüşşafaka’daki öğrencileri nasıl buluyorsunuz?
Harikalar. Ehil ellerde yetişiyorlar. Teknoloji, spor, güzel sanatlar, kültür en doğru biçimde öğrencilere veriliyor. Geçmişten bu yana toplumu düşünen, babası ya da annesi hayatta olmayan çocuklarımıza en iyi eğitim olanağını sağlayan, onlara yabancı dil öğreten Darüşşafaka benim için yücelerden yüce bir kurum.
Sekiz yıldır yaşamını Şenesenevler Rezidans’ta sürdüren Prof. Dr. Gülten Uyer, günümüzde bile cesaret isteyen pek çok şeyi 1950’li yıllarda gerçekleştirmiş idealist bir kadın...
Rezidans bağışçısı Prof. Dr. Gülten Uyer, hayatını öğrenme ve öğretmeye adamış bir kadın... Öyle ki hemşirelik eğitimi için İstanbul’a geldiği 1947’den Başkent Üniversitesi’nden ayrıldığı 1999’a kadar öğrenme ve öğretme tutkusunun peşinden gitmiş. Bu tutku onu İzmir’den İstanbul’a, Ankara’ya, İngiltere’ye, İskoçya’ya, ABD’ye kadar götürmüş. O da hiç duraksamadan gitmiş...
Günümüzde bile cesaret isteyen pek çok şeyi tek başına 1950’li yıllarda gerçekleştiren Dr. Uyer’in otobiyografisi ise “Dünyaya Açılan Kapı: Hemşirelik” adıyla 2003’te yayınlanıyor.
HEMŞİRELİĞE İLK ADIM
2008’de bağışçısı olduğu Şenesenevler Rezidans’ta okumaya, öğrenmeye, yazmaya, bilimsel etkinliklere katılmaya devam eden Prof. Dr. Uyer, 1931’de İzmir’de doğuyor. İlk ve orta tahsilini İzmir’de tamamladıktan sonra 1947’de İstanbul’a gelerek Kızılay Hemşire Okulu’na başlıyor: “O zamanlar Kızılay, yabancı kolejler gibi eğitim veriyordu. Müdürümüz İskoçyalı, müdür yardımcımız ise İngiliz’di. İngilizceye de ağırlık veriliyordu. Okula gittiğimde beni en çok duygulandıran husus ise Adnan Adıvar Konağı’nda yaşama şansına sahip olmamdı.”
Buradan 1950’de mezun olan Dr. Uyer, mezuniyet gününü ise dünmüş gibi anımsıyor: “Okulun bahçesinde yapılan törenle diplomalarımızı aldık. O gün mezun olmanın yanı sıra ilk kez hemşire üniforması giymenin heyecanı da vardı. Törenimize İstanbul Belediye Reisi ve Valisi Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay da katılmış ve ben diplomamı onun elinden almıştım.”
MEZUN OLDUĞU OKULA ÖĞRETMEN OLDU
Mezun olduğu okulda eğitimci olarak göreve başlayan Dr. Uyer, “Hemşire tekniği derslerine asistan olarak giriyordum. İngiltere’ye gönderilmem planlandığı için bir yandan da özel İngilizce dersleri alıyordum. Kısa bir süre sonra İzmir’e tayinim çıktı. 1951’de o zamanki adıyla Emraz-ı Sariye, şimdiki adıyla Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde devlet memuru statüsünde hemşire olarak çalışmaya başladım” diyor.
Gülten Hanım, kısa bir süre sonra ise İzmir Hemşire Okulu’nun kurulmasıyla görevlendiriliyor: “Haydarpaşa ve Şişli Hemşire Okulu mezunu iki arkadaşımla okulu kurmak için kolları sıvadık. Hemşirelik tekniği dersini ben vermeye başladım. Ders için gerekli araç gereci bizzat temin ettim. Böylece uygulamalı dersler için gerekli koşullar sağlandı.”
Aynı zamanda Türk Hemşireler Derneği İzmir Şubesi’nin Kurucu Üyesi olan Dr. Uyer’in bu yıllara dair unutamadığı bir anısı ise kep törenlerine ilişkin: “Okulun ilk altı ayı öğrenciler için deneme dönemiydi. Altı ayın sonunda hemşirelik mesleğine uygun olduğunu kanıtlayan öğrencilere törenle kep takılırdı. Törenin en etkileyici yönü mum ışığında yapılmasıydı. Işıklar söndükten sonra Ravel’in Bolero’su eşliğinde sahneye çıkan öğrencilere kepleri takılır, kepi takılan öğrencinin mumu yakılırdı.”
OXFORD’DA EĞİTİM
İzmir Hemşire Okulu’nun ilk kep töreni Gülten Hanım için bir dönüm noktası olur. Çünkü törene katılan Dr. Şahap Ergüder, Sağlık Bakanlığı Hemşirelik Bürosu Müdür Yardımcı olan eşi Feride Ergüder’e, Gülten Hanım’dan bahseder. Bunun üzerine Dr. Uyer, dokuz ay süreli Hemşire Tekâmül Kursu’na katılmak üzere Ankara’ya çağrılır: “Yurdun çeşitli yerlerinden seçilmiş 15 hemşireydik. Hemşirelik eğitimi, yönetimi ve toplum sağlığı konularında dersler alıyorduk. Sonra da hoca ya da yönetici olarak okullara atanıyorduk. Kursun sonunda benim, Dünya Sağlık Örgütü’nün bursuyla İngiltere’ye gönderilmem kararlaştırıldı.” Böylece, 1954 yılında Oxford’da bir yıl süreli “Health Visiting” kursuna katılmak üzere İngiltere’ye giden Dr. Uyer, “Bambaşka bir kurstu. O kadar değişik şeyler yaptık ki... Mesela dava izlemeye mahkemeye gittik. Beyaz peruklu hâkimler ve ortam çok etkileyiciydi. Bizler de zorunlu olarak şapka giydik. Kendimi adeta bir film sahnesindeymişim gibi duyumsamıştım. Sağlık koşullarını görmek için maden ocağına indik. Hijyen koşulları hakkında bilgilenmek için ise Cadbury Çikolata Fabrikası’nı ziyaret ettik” diye anlatıyor.
Dersle ilgili uygulamalardan birinin de ev ziyaretleri olduğunu belirten Dr. Uyer, “Yaşlı bir ziyaretçi hemşireyle uzak mesafelerde bulunan evlere giderdik. Amacımız ailelere gereksinimleri doğrultusunda sağlık eğitimi vermekti” diyor ve şen bir kahkaha atarak ziyaretçi hemşireyle birlikte yaşadığı bir anısını paylaşıyor: “Yine ev ziyaretlerine gittiğimiz bir gün küçük bir dükkânda alışveriş yapmamız gerekti. Dükkâna bizden sonra genç bir adam daha geldi. Onun gelmesiyle, hemşire telaşla beni kenara çekti. Anlam veremediğim bu davranışın nedenini dükkândan çıktıktan sonra öğrendim. İngiltere’de yeni yıla rastlayan tarihlerde tavana ökse otu asılırmış ve bunun altında duran genç kızları, genç erkekler öpermiş.”
EDINBURG ÜNİVERSİTESİ
İngiltere dönüşü tekrar İzmir Hemşire Okulu’nda çalışmaya devam eden Dr. Uyer, 1956’da Sağlık Bakanlığı tarafından Hemşire Tekâmül Kursu’na öğretmen olarak atanıyor. Bir yıl sonra ise yine Dünya Sağlık Örgütü’nün bursuyla İskoçya Edinburg Üniversitesi’nde “Nursing Education and Administration” adlı bir yıl süreli programa katılıyor. Kursun sonunda Ankara’ya geri dönen Dr. Uyer, Hemşire Tekâmül Kursu Müdürü olarak göreve başlıyor. Bu arada İngilizceden Türkçeye sağlık kitabı tercümeleri yapıyor, yabancı hocaların verdikleri dersleri simültane olarak Türkçeye çeviriyor ve öğrencilere halk sağlığı uygulamaları konusunda eğitim veriyor.
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
Bu çalışmalarını sürdürürken Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dan davet alan Dr. Uyer, “Hoca ile tanışıklığımız Sağlık Bakanlığı Hemşirelik İstişare Konseyi toplantılarında başlamıştı. Kendisiyle her karşılaşmamda beni, Hacettepe Çocuk Hastanesi’nde çalışmaya çağırırdı. Benim bu nazik davetlere direncim, Bahçelievler’deki köşkünde bir araya gelip, uzun uzun konuşmalarımızdan sonra kırıldı. O gün bana Hemşirelik Hizmetleri Direktörlüğü görevi öneren Prof. Doğramacı, beni Hacettepe’ye geçmeye ikna etti. Ertesi gün Prof. Dr. Doğramacı’yla birlikte istifa dilekçemi vermek üzere Sağlık Bakanlığı’na gittik” diye anlatıyor.1962’de Hacettepe Tıp Merkezi’nin ilk Hemşirelik Direktörü olarak göreve başlayan Dr. Uyer, buradaki görevini sürdürürken Sağlık Bakanlığı’nın çalışmalarına da destek oluyor. Diğer yandan da hemşirelik lisans eğitimi için kolları sıvıyor: “Dr. Doğramacı ile yaptığımız konuşmalar çerçevesinde hemen üniversite giriş sınavına başvurdum. Ankara Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’nu kazandım. O yıllar hemşirelik lisans eğitimi, bir yıl İngilizce hazırlık olmak üzere beş yıldı. Ben, İngilizce muafiyet sınavını vererek, doğrudan lisansa başladım. Bu yüzden hemşirelik direktörlüğü görevini başka bir arkadaşıma devrettim. Okula geçtikten sonra öğretim görevlisi statüsünde bazı dersleri veriyordum. Aynı zamanda lisans programını kısa sürede tamamlamak için okulumuzdaki her sınıfın öğrencileriyle derslere giriyordum.”
BOSTON ÜNİVERSİTESİ
Lisansını tamamladıktan sonra 1967-69 yılları arasında Boston Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan Dr. Uyer, “Orada ana çocuk sağlığı alanında eğitim aldım ve Program Instruction in Teaching Maternal and Child Nursing adlı tezle eğitimimi tamamladım. 1969’da Türkiye’ye döndüm ve Hacettepe’de göreve başladım. 1971’de özel sebeplerden dolayı tekrar Amerika’ya gittim. Bu sırada doktora derslerimi tamamlamıştım, tez aşamasındaydım. 1972’de William Beaumont Hastanesi’nde Pediatri Yoğun Bakım, Bebek ve Bebek Yoğun Bakım üniteleri süpervizörü olarak göreve başladım. Kısa bir süre sonra da Hemşirelik Hizmetleri Direktör Yardımcılığına yükseltildim” diye anlatıyor.
Gülten Hanım, William Beaumont Hastanesi’nde yaklaşık beş yıl çalışıyor. Pediatri servisinde görevli personelin renkli üniforma giymesi, babaların doğumu izlemesi, annesini ziyarete izin verilmeyen küçük çocukların annelerini ekranda görmesi gibi pek çok yeniliğe imza atıyor. Yaptığı bu yeniliklerle birçok kez medyaya haber oluyor. Dr. Uyer’in mesleğini ne kadar büyük aşkla yaptığını anlamak için onun bir anısına kulak verelim: “Çocuk Cerrahisi Servisinde tuzruhu içmiş Michail kontrol adında küçük bir hastamız vardı. Durumunun ciddiyeti yüzünden uzun süredir serviste yatıyordu. Çok mutsuz, umutsuz ve dünyaya küskün olduğu her halinden belliydi. Çocuk tam anlamıyla bir deri bir kemikti. Dosyasını okuduğumda ikiz kardeşinin olduğunu, ailedeki tüm olumsuzlukların Michail’e yüklendiğini, ikizinin çok iyi geliştiğini öğrendim. Michail’i gözlemlerim sırasında onun parmağına doladığı saçları yolarak ağzına götürdüğünü fark ettim ve bunu hekimlerle yaptığım bir toplantıda paylaştım. Michail’in hemen mide ameliyatı yapılmasına karar verildi. Ameliyatta çocuğun midesinden çıkan bir avuç dolusu saç hepimizi hayrete düşürmüştü.” Onun dikkati sayesinde küçük Michail, kısa sürede sağlığına kavuşarak, evine dönüyor.
Dr. Uyer, eğitimini de elden bırakmıyor. Hastanede prematüre doğurmuş anneler üzerine yürüttüğü “Prematüre Bebek Sahibi Olan Annelerin Gereksinimlerinin Saptanması” konulu bir araştırma yapıyor. Bu çalışmasıyla Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bilim Dalı’nda başladığı doktora çalışmalarını tamamlayarak 1974’te “doktor” unvanını kazanıyor. Doktor unvanı alması gerek görev yaptığı hastanede gerekse ABD’nin yerel basınında takdirle karşılanıyor. Çalışmakta olduğu hastanenin ilk ve tek doktoralı hemşiresi olması haberi basına “William Beaumont Nurse is a Doctor” manşetiyle yansıyor. Çıkan haberde Dr. Uyer’in o yıl ABD’de bulunan sadece 1000 doktoralı hemşireden biri olduğundan ve özgeçmişinden de söz ediliyor.
Bu haberler üzerine pek çok hastaneden yöneticilik ve üniversiteden akademisyenlik teklifi alsa da o, 1977’de yurduna dönmeyi seçiyor. Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’nda Pediatri Hemşireliği Öğretim Görevliliği’ne tekrar atanıyor. 1980’de “doçent” unvanını alarak, öğretim üyesi oluyor. 1988’de “profesör” unvanını kazanan Dr. Uyer, böylelikle Türkiye’nin hemşirelikte ilk dört profesöründen biri oluyor: “O yıl pek çok doçent profesör oldu. Bunu kutlamak amacıyla zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından Ankara Hilton’da bir davet verildi. Cumhurbaşkanının beni kutladığı sırada çekilen fotoğrafa basına yer verildi” diye anlatıyor.
Okulda Müdür Yardımcılığı, Müdür, Üniversitelerarası Kurul Üyeliği, ÖSYM Temsilciliği, Yönetim Kurulu ve Yüksekokul Kurulu Üyeliği, Hemşirelik Hizmetleri Yönetimi Anabilim Dalı Başkanlığı ve Hemşirelik Hizmetleri Yönetimi Yüksek Lisans Programı Koordinatörlüğü görevlerini üstlenen Dr. Uyer, GATA Hemşirelik Yüksekokulu’nda da üç yıl ders veriyor. GATA’daki ilk dersini ise gülümseyerek anlatıyor: “Derse başlamadan öğrencilerden biri koşar adımlarla kürsünün önüne gelerek, büyük bir hızla kelimeleri ardı ardına sıraladı. Neler söylediğini hiç anlamadım. Meğer tekmil veriyor, derste kaç öğrenci olduğunu, nöbette ve hasta olan öğrenciler hakkında beni bilgilendiriyormuş.”
Yine Hacettepe’de görevliyken Cumhuriyet Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu’nda ders veren Uyer, bir dönemin unutulmaz çocuk programı Susam Sokağı Projesi’nde görev alıyor. 1994’te Hacettepe Üniversitesi’nden emekliye ayrılan ve aynı yıl Başkent Üniversitesi’ne geçen Dr. Uyer, hem üniversitenin hem de Hemşirelik Yüksekokulu’nun kuruluşunda görev üstleniyor. Üniversitenin ilk yönetmeliğini hazırlayarak rektör yardımcısı Prof. Dr. Nevzat Eren’in onayına sunuyor. Yüksekokulun ilk öğrencilerini kendisi karşılıyor, ilk derslerine o giriyor. Dr. Uyer, öğrencilere pantolon ve cepleri nakışlı tunikten oluşan üniforma giydirilmesi cesaretini göstererek ülkemizde öğrenci üniformasına bir yenilik getiriyor. 1999’da buradan emekli olan Dr. Uyer’in yurt içi ve dışında birçok bilimsel çalışma ve yayınları bulunuyor.
Mesleğini icra ederken hep idealist bir duruş sergileyen Dr. Uyer, yine de geri dönüp baktığında bazı keşkelerinin olduğunu belirtiyor: “Mesela 70’li yıllarda Türkiye’de cinsellik eğitiminin verilmesini önermiştim. Fakat herkes ‘olmaz’ dedi. Keşke onları dinlemeyip, o yıllarda bu eğitime başlasaydım.”
Darüşşafaka’nın eğitim alanındaki başarıları hakkında bilgi sahibi olduğunu belirten Uyer, “O sıralar ben de eğitime bağış yapma dileğiyle uygun kuruluş arayışı içindeydim. Darüşşafaka’nın bağışçılarına sağladığı olanaklar, benim bu kurumu seçmeme neden oldu” diyor.
Urla Rezidans bağışçısı Av. Jale Alpay, yaşamı boyunca kendi ayakları üstünde dimdik durmuş, güçlü bir kadın, bir avukat ve daha aydınlık yarınlara kavuşabilmemiz için kendini çocukların eğitimini desteklemeye adamış bir hayırsever… Onu en çok mutlu eden şeyse insanların gözlerinin içi gülerek gülümsemeleri… Darüşşafaka’ya gönül vermiş ve yılın belli bölümlerini Urla Rezidans’ta geçiren Jale Alpay’ı daha yakından tanımaya ne dersiniz?
Sivas doğumlu Jale Alpay, liseyi İstanbul’da bitirdikten sonra bir yıl süreyle İstanbul’un gelir seviyesi düşük bir bölgesinde ilkokul öğretmenliği yapıyor: “Çok gurur duyduğum bir yerde çalıştım. Orada çocuğun ve eğitimin ne kadar önemli olduğunu ve çocukların eğitime ne kadar aç olduğunu bizzat gözlerimle gördüm. Eğer iyi yol gösterilecek olursa bir çocuğun çok başarılı olabildiğini gördükten sonra bu beni eğitime verilmesi gereken öneme dair o genç yaşımda etkiledi ve hayatıma yön verdi.” İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giren Alpay, ikinci sınıftayken annesinin felç olması nedeniyle ailesinin geçimini sağlamak için çalışmaya başlıyor: “Çünkü evde bir hasta vardı, sorumluluğu bendeydi, okurken aynı zamanda çalışmak zorundaydım. Çok büyük bir hayat mücadelesi vererek üniversiteyi bitirdim. Başarı, azimle, hiçbir zaman yılmamakla olur. O kadar fazla şey yüklendim ki sırtıma gençlik dönemimde… Ailemin geçimini sağlıyordum. Güveneceğim hiç kimse yoktu, onun için de kendime güvenmem gerekti. Bu bana başarıyı sağladı ve hiçbir zaman yılmadım.
Avukat olduğum zaman 11 yıldır çalışıyordum, 40 yıl da avukatlık yaptım, toplam 51 yıllık çalışma hayatım var.” Öğrencilik hayatı boyunca; Mehmet Odabaş Prodüktivite Kurumu’nu kuran Nermin Odabaş’la birlikte bu kurumda çalışan Alpay, bu iş tecrübesinin de kendisine çok büyük katkıları olduğunu söylüyor: “Benim için çok büyük bir hayat dersi oldu ve Nermin Hanım’ı rahmetle anıyorum, benim için bir idoldü. Normalde tanıyamayacağım birçok insanla tanıştım, rahmetli Vehbi Koç dahil… Başarıya giden yolun sadece başarma arzusu ve inattan geçtiğini, Nermin Hanım’dan öğrendim.”
Hukuk Fakültesi’ni bitirmesinin ardından Anadolu Bankası ve Denizcilik Bankası’nda çalışan Alpay, 38 yaşında emekli olduktan sonra da Demirbank’ın büyüme döneminde hukuk müşaviri olarak görev yapıyor. Sonra oradan ayrılarak Bodrum’a taşınıyor ve burada bir ofis açıyor: “Bodrum’un en büyük ofislerinden biriydi, bir ara ofiste 12 kişi çalışıyorduk. Artık ofisimi ve işlerimi çok sevdiğim bir kızım var, ona devrediyorum. Ben artık biraz daha emekliliğe ve sosyal hizmetlere odaklanarak yaşamak, dinlenmek istiyorum.”
Çalışma hayatı boyunca elinden geldiği kadar öğrenci okuttuğunu ve onlarla gurur duyduğunu ifade eden Alpay, “En güzel şey de onların bizlerin desteğiyle okuması. Çorbada bir kaşık tuzumuzun olması çok keyif veriyor. Bu dünyaya boşuna gelmediğimize, bize verilen görevleri en iyi bu şekilde yerine getirdiğimize inanıyorum ve çok gurur duyuyorum. Yıllarca Kızılay’a da yardım ettim, yönetiminde bulundum. Kızılay’dan onursal üyeliğim, beratım ve madalyam var. Politika yaptım. Türk Kalp Vakfı, Sosyal Hizmetler Vakfı gibi birçok vakıf ve derneklerde üyeydim veya görev aldım. Çok dolu bir hayatım oldu. Bu tür şeyler çok güzel duygular veriyor” diye anlatıyor.
Darüşşafaka Rezidansları’nı burada yaşayan bir arkadaşı vasıtasıyla öğrendiğini belirten Alpay, Aralık 2011’de Urla Rezidans bağışçısı oluyor: “Burada sadece kendi hayatımıza değil, bağışımızla birçok çocuğun hayatına da faydalı olduğumuzu gördüm. Hem öğrencilerin okumasına yardım etmek hem de kendi hayatımı olabilecek en iyi şekilde, her türlü lükse sahip olarak yaşamak ve kaliteli bir yaşlılık geçirmek amacıyla buraya bağış yaptım.”
DEŞARJ OLMAK İÇİN URLA REZİDANS’A GELİYORUM
25 yıldır Bodrum’da yaşayan Alpay, Bodrum’un hareketini de Urla’nın sükûnetini de seviyor. Yılın büyük kısmını Bodrum’da geçiriyor ve halen çalışmayı sürdürüyor. Urla Rezidans’a ara ara gelerek rahatladığını ve yorgunluğunu attığını belirtiyor: “Rezidansa geldiğimde buradaki insanların yaşamını, ne kadar mutlu ve keyifli olduklarını görünce ben de keyif alıyorum. Özellikle de deşarj olmak için Urla Rezidans’a geliyorum. Hayatta yaşayabileceğim üç yer düşünüyordum: İstanbul, İzmir ve Bodrum. İzmir’in en güzel yeri Urla’ya geldim. Yani bütün hayallerim gerçekleşti sayılır. Mesleğimde de en yüksek yerlerde bulundum. Birkaç yıl üst üste vergi başarılısı olarak ödül aldım Maliye Bakanlığı’ndan. Şimdi de bütün çabam Darüşşafaka için ve de çok keyifliyim burada.” Urla Rezidans’ta mutlu olduğunu ifade eden Jale Alpay, şunları söylüyor: “Çünkü hakikaten beş yıldızlı değil yedi yıldızlı bir otel gibi. Personel ve yöneticiler çok güler yüzlü. Bizleri mutlu yaşatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ne kadar cansiperane çalıştıklarını, nasıl emek verdiklerini görüyorum. 30 yıl anneme baktığım için yaşlı psikolojisini, bir ilginin, sevgi göstermenin, dokunuşun onlara ne kadar mutluluk verdiğini biliyorum. Ayrıca burada en çok sevdiğim şey spor yapmak. Toplu spora katılıyorum. Sağlıklı olabilmek için öncelikle bunu yapmak gerekiyor.”
Geçen yıl Urla Rezidans’ta düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Balosu’nda Darüşşafakalı öğrencilerle buluşan ve sohbet eden Alpay, duygularını şöyle ifade ediyor: “O çocukların saygısını, pozitif iletişimini, sevgisini ve yüzlerindeki minneti gördüğüm zaman çok daha fazla duygulandım.
Gerçekten çok iyi bir şey yaptığıma inanıyorum ve elimden geldiği kadar da bütün çevreme, Türkiye’nin istikbalini sırtında taşıyacak gençlerin asıl burada yetiştiğini ve yetişmesi gerektiğini, bizlerin de son derece güven içerisinde bir yaşlılık yaşadığını anlatıyorum.”
Aynı zamanda 2012’den beri Darüşşafaka Cemiyeti Yüksek Danışma Kurulu’nun da üyesi olan Alpay, Darüşşafaka’nın daha fazla çocuğa ulaşması, bunun için de daha fazla desteklenmesi ve büyümesine ihtiyaç olduğunu vurguluyor: “Bağışlarla bu müessese büyür, ek okullar, ek rezidanslar açılır. Özellikle rezidanslardan ve dışarıdan gelen tereke bağışları çok önemli. Burada Türkiye’nin istikbali olan çocuklarımızı yetiştirebilmemiz için malı ve parası olan herkese ‘Darüşşafaka’ya bağışlayın’ derim. Bunu millet olarak yapmamız lazım. Bu kadar güzel, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, saygılı, terbiyeli, donanımlı, minnet duygusu olan, bilimde, sanatta, sporda, birçok alanda başarılı olan gençler yetiştirebilmek çok önemli. Toplumumuzda ve hatta dış ülkelerde yaşayan birçok başarılı iş kadını ve iş adamının Darüşşafakalı olduğunu öğrendiğim zaman bu mutluluğum ve gururum artıyor.”
JALE ALPAY’IN ŞİMDİKİ PROJESİ, İNTERNETTE YEMEK SİTESİ KURMAK
Bundan sonra daha önce hiç yapmadığı bir şeyi denemek istediğini belirten Alpay, internette bir yemek sitesi kurma fikrinden bahsediyor: “Anneme baktığım dönemde kendim sağdan soldan topladıklarım ve denediklerimle kocaman bir yemek kitabı oluşturmuştum. Kokteyller dahil, bütün et-balık ürünleri, tatlılar, kekler, börekler, çörekler hepsi var. Belki de bir site kurarak bu kitaptan her gün değişik bir sürpriz, değişik bir tarif paylaşabilirim. Bana keyif verebilir. Sağlıklı olduğum müddetçe sosyal yönden faydalı olmaya devam etmek istiyorum.”
“GÜLÜMSEMEK SİRAYET EDEN BİR REFLEKSTİR”
Jale Alpay’ı hayatta en çok ne mutlu eder diye sorduğumuzda “insanların gülümsemesi” diyor ve ekliyor: “Çünkü gülümsemek sirayet eden bir reflekstir. Gülümseyerek güne başladığınız zaman gülümseyerek de devam ettiğini görürsünüz. Gözünün içi güldüğü zaman karşı taraf ondan etkileniyor, onun için bir kere yüzde 50 başarıyla giriyorsun zaten her türlü konuya. Ben bunu kendi tecrübelerimle sabit kıldım. Bu noktada hiç unutamadığım bir anımı anlatmak istiyorum. Bir gün kahvaltı salonuna girdiğimde, bir an gürültülü mü girdim bilmiyorum, birçok kafanın bana doğru çevrildiğini gördüm. Ben orada tek tek masalara günaydın, afiyet olsun derim, onu yapacağıma kollarımı açtım ve ‘Günaydın!’ diye bağırdım ve o anda salonda birçok kolun açıldığını ve gülümseyerek bana günaydın dediklerini gördüm. Bu işte bu kadar sirayet eden bir şey.”
AZİM, YILMAMAK, HİÇBİR ZAMAN KÖŞEYE SİNMEMEK, İSYAN ETMEMEK…
Hayatta daima ayaklarının üstünde ve dik durduğunu ifade eden Alpay, insanın başarılı olabilmesi için küçük yaştan itibaren ayakta durmayı öğrenmesi gerektiğini söylüyor: “Belki de yaşadığım hayat, bu gücü verdi. Dik durmak ve güçlü olmak, kendine güvenmek çok önemli bir şey. Kendine güven de birincisi kendi karakterine güvenle oluyor. Kararlı, inançlı ve kendi prensipleri olan bir insansam kendime güvenirim. Çünkü hangi şartlar altında ne tür davranışlar uygulayacağımı bilirim.”
Azimle, inatla hedefine ulaşıncaya kadar savaşmak ve yoluna çıkan engelleri kaldırmak gerektiğini savunan Alpay, söyleşimize şu sözleriyle son veriyor: “Azim, yılmamak, hiçbir zaman köşeye sinmemek, isyan etmemek, daima akıllıca ve sakince düşünerek hareket etmek... Mesleğimin de kazandırdığı şeyler var. Bir şeyi yaparken adım adım nelerle karşılaşabileceğini hesaplaman lazım. Bu da çok okumak, çok tecrübe sahibi olmak, çok insan tanımak, sosyal çevrenin geniş olmasıyla olabiliyor. Değişik insanlardan kazıklar yemek de insanı olgunlaştırıyor ve güçlendiriyor. Çünkü her yıkılışın arkasından bir kalkış vardır, o kalkış çok büyük bir dersle kalkıştır. Seni yıkan şey neyse o konuda çok iyi bir ders almışsındır, ayağa kalktığında artık o tür bir konuyla karşılaştığın zaman ne yapacağını biliyorsundur veya neyle karşılaşacağını tahmin ediyorsundur. Bunlar güçlü kılıyor ve başarıyı sağlıyor.”
Urla Rezidans’ta yaşamayı seçenler arasında kırk yedi yıl turizm sektöründe çalışmış, gerek ulusal gerekse uluslararası büyük otellerde yöneticilik yapmış bir isim de var: Aykut Bagana… Yılın altı ayında Urla Rezidans’ta altı ayında ise İtalya’da yaşıyor. Rezidanstan ayrılıp, İtalya’ya gideceği zaman hep içinin sıkıldığı söylüyor. Darüşşafaka’nın babası veya annesi hayatta olmayan, maddi durumu yetersiz çocukları okutarak, onların hayatında yarattığı değişime ortak olma isteğinin Rezidansta yaşamayı seçmesinde etken olduğunu belirtiyor.
“Ben, Türkiye’nin ilk okullu turizmcisiyim”
diye söze başlıyor Aykut Bagana ve ekliyor: “Turizmciliği seçtiğimde Türkiye’de bırakın turizm otelcilik okulu, otel bile yoktu. Sadece İstanbul’da Hilton Oteli vardı. Hukuk fakültesini üçüncü sınıfta bırakıp, turizm eğitimi almaya karar verdiğimde babam karşı çıkmıştı. Buna rağmen Almanya’da iki yıl turizm meslek yüksekokulunda eğitim gördüm, ardından da Frankfurt’ta Intercontinental Otel’de sekiz yıl çalıştım. Orada en son genel müdür muavini görevinde bulundum. Almanya’da uluslararası bir Amerikan şirketinde bu kadar yükselmek tabii ki hiç kolay olmadı.”
Türkiye’de ise Büyük Ankara Oteli’nde müdürlük, Emek İnşaat’ta işletme müfettişliği görevlerini üstlendiğini ve bir süre de kendi turizm acentesini işlettiğini anlatan Bagana, “En sonunda kendi kendimi turizm sektöründen emekli ettim” diyor.
“Burada kelimenin tam anlamıyla huzur var”
Eşi İtalyan olduğu için yılın altı ayını İtalya’da altı ayını da Türkiye’de geçiren Bagana, Darüşşafaka Urla Rezidans’la tanışma öyküsünü ise şöyle anlatıyor: “Antalya’da çiftliğim vardı, personeli, bahçesi, kedisi, köpeği, tavuğu, ördeğiyle uğraşmak her geçen yıl zorlaştı. Bu nedenle yeni arayışlar içine girdim. Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nı çok eskiden bu yana biliyordum hatta Darüşşafaka Basketbol Takımı’nın eski bir sempatizanıyım. Bir arkadaşımın vasıtasıyla da Darüşşafaka’nın Rezidansları'nı öğrendim. Son birkaç yıldır zihnimde vardı, şartlarını öğrendim...
"Burayı görür görmez de bundan sonra yaşamam gereken yer olduğunu anladım. 2008'de Urla Rezidans'ın bağışçısı oldum. Meslek seçimimden sonra hayatımın en pozitif kararını verdiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim."
Darüşşafaka’nın pek çok çocuğun hayatında yaptığı değişime ortak olabilmek için de Rezidansta yaşamayı seçtiğinin altını çizen Bagana, Urla Rezidans’ı tercih etme nedenlerini ise şöyle açıklıyor: “Farz edelim ki İstanbul’da yaşamayı seçtim, canım Boğaz’da bir kadeh rakı içmek istedi. Başıma gelecek maceraları düşünebiliyor musunuz? En az bir buçuk saat toz-toprak, egzoz gazları arasında yol sürecek. İstanbul artık çok büyük bir şehir, burada kelimenin tam anlamıyla huzur var. Personelin hepsi kibar ve mesafeli… Hepsi samimi ama nerede duracaklarını bilen insanlar… Burada kendimi evimde gibi hissediyorum."
"Eşim beni Türkiye’den ben de onu İtalya’dan koparamadığım için yılın altı ayını İtalya’da geçiriyorum. İtalya’ya döneceğim zamanlar açıkçası buradan ayrılacağım için içim sıkılıyor.”
Bagana Urla Rezidans’ta günlerin nasıl neşeli ve hareketli geçtiğini şöyle anlatıyor: “Burada isteyen için yapacak çok şey var. Her türlü spor imkânı, bilardodan masa tenisine, satrançtan tavlaya kadar tüm oyunlar, yüzme havuzu, temiz hava, yemyeşil bir doğa kısacası ‘yok’, yok. Her şeyden önemlisi de huzur var. Bunu eski bir otel müdürü olarak ben söylüyorsam inanın ki vardır.”
“Keşke, Darüşşafaka’nın misyonuna daha fazla katkı yapabilsek”
Emekli Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Begüm Erdem, eşi Hakkı Mete Bey'le birlikte Urla Rezidans’ta yaşıyor. Dünyaca ünlü opera gösterilerinde rol almış, aralarında Aynur Doğan, Nilüfer Akbal gibi sanatçıların bulunduğu sayısız genç yeteneğin yetişmiş bir isim Begüm Erdem, doğma, büyüme İzmirli…
2008'den beri Urla Rezidans’ta yaşayan Erdem, sonradan konservatuar olan İzmir Müzik Okulu’na ardından da Ankara’da devlet konservatuarını bitiriyor. Doktora yapmak için 1966’da Viyana’ya gidiyor, eşi Hakkı Mete Bey'le de orada tanışıyor: "Nikâhımız da Viyana Konsolosluğu’nda güle oynaya kıyılmıştı. 1970 yılında İstanbul’a geldik. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde solist olarak çalışmaya başladım. “Çardaş Fürstin”, “Figaro’nun Düğünü” ve “La Boheme” gibi dünya ünlü eserlerde oynadım."
"Urla Rezidans'ı görür görmez eşimle birlikte yaşamamız gereken yer olduğunu anladık"
diyen Erdem, rezidansta hayatlarına ilişkin şu görüşleri dile getiriyor: "Rezidansta hayat her şeyden önce inanılmaz rahat… Burayı hakikaten çok seviyoruz ve son derece memnunuz. Daha önce yapmayı istediğim fakat yapmaya bir türlü fırsat bulamadığım her şeyi burada gerçekleştirme imkânı buldum. Örneğin, resim yapmaya başladım. Resim yapıyorum, kitap okuyorum, örgü örüyorum. Kısacası, bütün saatlerimi kendime ayırabiliyorum. Çünkü yemek, temizlik, faturaları ödeme gibi dertler burada yok. Bu noktada benim İzmirlilerden bir şikâyetim var. Ben, İzmir’de kız lisesinde bir ara okumuştum. Oradan arkadaşlarım var, maddi durumları da çok iyi… Onlara rezidansı tavsiye ettim, dedim ki: 'Gelin çok rahat, jimnastik yapıyorum, yüzüyorum, tüm günü kendime ayırabiliyorum.' Heyecanla geldiler ancak evlerine gittiklerinde kızları demiş ki: 'Biz, size bakarız.' Ne yapıyorlar biliyor musunuz, anneanne çocuklara bakıyor. Kızların bu egoizmleri beni hem üzdü hem de kızdırdı.
Benim kızım hakikaten içi yüce bir çocuk. Biz burada kalmaya karar verdiğimizde dedi ki: 'Anneciğim, siz mutlu olun yeter, hem ben de rahat ederim, gözüm arkada kalmaz.'
Hakikaten de gözü arkada kalmıyor, çünkü doktor ve hemşireler burada burnumuzun dibinde, etrafımızda dört dönüyorlar. Bizim yaşlarımız için burası kadar mutluluk verecek başka bir yer ben düşünemiyorum."
Darüşşafaka'nın eğitim alanındaki misyonuna duydukları saygının da Urla Rezidans bağışçısı olmalarında önemli rol oynadığını ifade eden Erdem, "Darüşşafaka’nın 1800’lü yıllardan gelen bir kuruluş olması, babası veya annesi hayatta olmayan çocukları okutması bizi etkiledi. Özel bir şahsın ya da şirketin olsaydı buraya güvenemezdik, ama arada Darüşşafaka olduğundan gönül rahatlığıyla geldik. Keşke imkânımız olsa da bu misyona daha fazla katkı yapabilsek" diye sözlerini noktalıyor.
“Biliyorum ki başıma ne gelirse gelsin çok iyi bakılacağım”
İzmirlilerin aşina olduğu bir isim Gönül Akdağ…
Ailesinin mübadeleyle yerleştirildiği ilk yer olan Menemen’e ve uzun yıllar yaşamını sürdürdüğü Karşıyaka’da üç okul yaptıran Akdağ, eğitim alanında kendisine iletilen şikâyetlere hiçbir zaman duyarsız kalmamış, eksikliği gidermek için elinden geleni yapmış. 2009 yılında Urla Rezidans bağışçısı olan Gönül Akdağ,
"Anne tarafından Rumeliliyiz. Mübadeleyle Türkiye’ye gelmişiz, en son çıkanlardanmışız. İlk ve ortaokulu Karşıyaka’da okudum. Hatta ortaokulda matematik öğretmenim, merhum Halim Erker de Urla Rezidans'ta yaşıyordu. Yıllar sonra burada karşılaştık. Ardından Cumhuriyet Kız Enstitüsü’ne gittim, buradan mezun olduktan sonra öğretmen olmayı çok istiyordum ama Ankara’da iki sene yüksekokula gitmem gerekiyordu. O şansım olmadı. Çocukluğum ve gençliğim çok güzel geçti. Hayatımın o mutlu dönemi, 1960 İhtilali ile sona erdi"
1957 seçimlerinde Demokrat Parti’den Manisa Milletvekili seçilen ve 1960 İhtilali ile tutuklanarak, Yassıada’da idam talebiyle yargılanan Sezai Akdağ’ın kardeşi olan Gönül Hanım, "İhtilal döneminde çok eziyet çektik. Ağabeyim Yassıada’da yargılandı, iki sene milletvekilliği yapmasına karşın on yıllık icraatları da yüklediler. İdamı istendi, müebbet hapse mahkum oldu. Bu arada bizim de hayatımıza pek çok kısıtlama geldi. Annemin mal varlığı dahil tüm gelirlerimize bloke konuldu. Kira gelirlerimiz Ziraat Bankası’nda bloke ediliyordu. Askeriyenin izniyle aylık geçim parası alabiliyorduk ama o da yetmiyordu, annem enfarktüs geçirdi. Zaten evin direği yıkılmış…Ağabeyim beş yıl yattı" diye o günleri anlatıyor.
Otuz sene boyunca yaz tatillerini Urla'da geçirdiklerini anlatan Akdağ, "Hatta ağabeyim Urla’nın fahri hemşehrisi seçilmişti, çok hizmeti vardır buraya… Darüşşafaka'nın bağışçıları içir burada rezidans hizmete açtığını öğrenince gelip, gezdim ve çok beğendim. Burası yeni açılmıştı, ilk bağışçılarından biri oldum. Zaten Urla’yı severim, çünkü havası, iklimi çok güzel. Rezidansın da böyle çamların arasında olması ayrı bir güzellik. Burada çok güzel dostluklarımız oluştu. Sabah birlikte kahvaltımızı yapıyoruz, sonra ya odamda dinleniyorum ya da saat on buçukta servisle Urla’ya iniyorum. Orada alışveriş yapıyor, geziyoruz. Burada hayat çok kolay ve rahat. Çalışan personelden hakikaten memnunuz. Her şey güzel gidiyor. Gelecek kaygısına kapılmadan burada yaşabiliyoruz. Biliyorum ki başıma ne gelirse gelsin çok iyi bakılacağım" görüşlerini dile getiriyor.
Türk motiflerine adanmış bir ömür Nezihe Bilgütay Derler
Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Nezihe Bilgütay Derler, yarım asrı aşkın süredir geleneksel Türk motiflerini çiniden porselene, camdan ahşaba, deriden kumaşa kadar farklı materyallerin üzerine işleyerek geleceğe miras bırakıyor. Seksen beş yaşına inat fırçayı hâlâ elinden düşürmeyen ve engin bilgisini gelecek kuşaklara aktarmaktan vazgeçmeyen Nezihe Hanım, şimdi de Urla Rezidans’ta üretmeye ve öğretmeye devam ediyor. Altmış yıl boyunca yaptığı tezhip, minyatür, çini ve seramik eserlerle bezediği yeni dairesinde Türkiye’nin dört bir köşesinden arayan, gelen öğrencilerini yönlendirmeyi sürdüren Nezihe Derler sorularımızı yanıtladı.
Röportaj: Demet Eyi / Darüşşafaka Rezidans Dergisi Sayı 6/ Yıl: 2011
Sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
1926 Heybeliada doğumluyum. Babam bahriyeliymiş. Ben, altı aylıkken vefat etmiş. Annem de ablam ve beni alarak İstanbul’a gelmiş. On yaşındayken de annemi kaybettik. Böylece ablam ile ben yapayalnız kaldık. Ablamla aramızda iki yaş fark vardı. Babamızdan kalan maaşla geçiniyorduk. Orta mektepteyken bir hocam beni keşfetti. “Sen muhakkak akademiye gideceksin ve süsleme okuyacaksın” dedi. Çünkü o zamanlar defterlerimin kenarına çok değişik süslemeler yapardım. Gören herkes hayran kalırdı. Tabii bu kafama takıldı. İstanbul Kız Lisesi’ni bitirdim. Ama maddi durumumuz iyi değildi. Yaz tatillerinde hep çalışırdım. Liseyi bitirdikten sonra da yedi-sekiz yıl çalıştım. Harita ressamlığı yaptım. Çok iyi bir patronum vardı. Biraz para biriktirdikten sonra akademiye gidebildim.
Bugünkü adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’ne başlardınız yani…
Evet, o zamanki adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü’ne girdim. 1957’de de mezun oldum. Hoca olarak üniversitede kalmak istiyordum ama mezun olduğum yıl, benim bölümüm kapatıldı. Eczacıbaşı’nda çalışmaya başladım. Yıldız Porselen’den teklif gelince de oraya geçtim. Yıldız Porselen’i, Yıldız Porselen yapanlardan biriyim.
Eczacıbaşı’ndan neden ayrıldınız?
Türk süsleme sanatını seramiğe ilk taşıyan Eczacıbaşı’dır. Orada epey çalıştım. Sanatım çok beğenildi. Yıldız Porselen’den teklif aldığım vakit Nejat Eczacıbaşı, “Ne istiyorsa verin, gitmesin” demişti. Bunun üzerine bir müddet daha orada çalışmaya devam ettim. Yıldız Porselen teklifinde ısrar edince “Ne istersem onu yapacaksanız gelirim” dedim. Kabul ettiler. Orada son derece özgürce çalıştım. Canım ne istiyorsa onu yaptım. Aynı zamanda el sanatları atölyesini idare ediyordum. Çok insan yetiştirdim. Hâlâ oradan talebelerim ziyaretime gelir. Washington Cami’nin çinilerini de oradayken çizdim.
Washington Cami’nin çinileriyle ilgili iş size nasıl geldi?
Evvela yapılan çinilerin hepsi dökülünce iş Yıldız Porselen’e geldi. O dönemki fabrika müdürü de işi bana verdi. Bütün desenleri yeniden çizdim, iğnelettim. Ardından Kütahya yakınlarında bir fabrika vardı, oraya gittik. 20 gün o fabrikada kaldık ve tüm boyaların testini yaptık. Bu işlemler tamamlanınca atölyeyi kurdum ve Washington Cami’nin çinilerini üretmeye başladık.
Yıldız Porselen’den sonra ne yaptınız?
Bir yandan Vehbi Koç’un teklifiyle kurslar verdim diğer yandan da akademide hocalık yaptım. Vehbi Koç, sanata çok meraklıydı. Çini üzerine çeşitli kurslar açtı. Bana, “Kütahya’ya gider misiniz?” diye sordu. Kabul ettim. Böylece bir hafta Kütahya’da bir hafta İstanbul’da yaşamaya başladım. Kütahya’da Azim Çini Fabrikası’nda çok çalıştım, çok desen çizdim. Mesela; Van Merkez Cami’nin ve Rize İskele Cami’nin çinilerini orada çizdim. Ben desenleri çiziyor, bir talebeme veriyordum. O da üretim için gerekli ekibi oluşturuyordu. Böylelikle hem kurslara devam ettim hem de akademide ders vermeye…
Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders vermeye nasıl başladınız?
Yıldız Porselen’de çalışırken bir gün akademinin müdürü fabrikayı gezmeye geldi. Bizim çalışmalarımızı görünce, “Bu motifler niçin bizim okulda öğretilmiyor?” dedi. Bunun üzerine ben de “Ben, bunları akademide öğrendim. Ancak mezun olduğumda, siz o bölümü kapattınız” dedim. Akademinin müdürü; “Ben kapatmadım ama şimdi açacağım ve sizi de oraya alacağım” dedi. Tekrar o bölüm açıldı. Ben de öğretim üyesi oldum.
Üniversitede hocalığa ne kadar devam ettiniz?
65 yaşına geldiğimde emeklisin dediler. Talebelerim “Hocam, siz daha gençsiniz ne olur çalışmaya devam edin” deyince 75 yaşıma kadar üniversitedeki derslerime devam ettim.
Van, Rize ve Washington Cami’nin bitmiş halini gördünüz mü?
Hayır. Van Cami’nin çinilerini benim monte etmem istenmişti. Ancak çok kıştı. Bu nedenle gitmedim. Fotoğraflarını gördüm. Haberlerini aldım. Mesela bir gün mutfağımın çinilerini değiştirmek için bir usta gelmişti. Rizeliymiş. Ona İskele Camisi’ni bilip bilmediğini sordum. “Tabii, çok güzel bir camidir. Herkes çok beğenir” dedi.
Kendi atölyeniz var mıydı?
Tabii… Evim atölyeydi. Evimin balkonunda küçük bir fırınım vardı. Küçük eserlerimi orada yapıyordum. Ayrıca eşimle de bir atölyemiz vardı. Eşim de sanatkârdı. Bana orada yardım ediyordu. Dört yıl önce Bodrum’a taşınınca atölyeyi kapattım, fırınımı da akademiye verdim.
Eşinizle nasıl tanıştınız, ne zaman evlendiniz?
Çok maceralı… Ben liseyi bitirdikten sonra tanıştık. Birbirimizi çok sevdik ama ben okumak istiyordum. O ise evlenmeye hazırdı. Tabii ben istemeyince evlenmedik. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir gün tesadüfen karşılaştık ve bu kez evlendik. Eşim, Taşkızak Tersanesi’nde çalışıyordu. Gemilerin tamirine bakıyordu. Ama daha önce dediğim gibi elinden her iş gelen, sanatkâr bir insandı.
Peki, Türk motifleri konusunda yaptığınız çalışmaları bizimle paylaşır mısınız?
Ben hiçbir zaman araştırmayı, öğrenmeyi ve desen çizmeyi bırakmadım. Bizim desenleri öğrenmek çok zordur. Her motifin bir ismi vardır. Öğrencilerime de desenlerimin uygulamasını yaptırdım. Bizde tahrir çekmek çok önemlidir. Çocuklara bunu öğrettim.
Türk motiflerini bir kitapta toplamayı düşünmediniz mi hiç?
Çok istediler ama her yerde o motifler zaten vardı. Şimdi benim yerime talebem Özlem Karagöz, bu işi yapıyor. Motiflerimi topluyor ve hayatımı yazıyor. Mimar Sinan Üniversitesi’nden öğrencimdi. Talebelerimin hepsi çok çalışkandı ve beni çok severlerdi. Ne yaparlardı biliyor musunuz? Sene sonu geldiğinde “Biz sınıfta kalacağız hocam” derlerdi. Topluca sınıfta kalırlardı, ertesi sene devam ederlerdi. Sadece benimle devam etmek için… Birçok talebem şu an Mimar Sinan Üniversitesi’nde profesörlük yapıyor. Kütahya’da da çok insan yetiştirdim. Vehbi Koç’un ilk kursunu Kütahya’da Almanlar tarafından kurulan bir tesiste verdim. Bir hafta Kütahya’ya gidiyor, öğretiyor, çocuklara desenleri çizdiriyor, onları tashih ediyor, renkleri söylüyor ve İstanbul’a geliyordum. O bir hafta zarfında benim söylediğim renkleri seramiğe uyguluyorlardı, ben gittiğimde ürünü bitmiş olarak buluyordum. Ne kadar çok şey yapmıştık.
Sergi açtık salonlar almadı. Bu çalışma bittikten sonra bana yeniden teklif geldi. Kabul ettim, çünkü ben öğretmekten büyük zevk alırım. Tabii aradan bayağı zaman geçmişti, ilk yetiştirdiklerim o fabrikada çalışıyordu. İkinci bir çalışma daha yaptık. Vehbi Koç vefat edinceye kadar da bu derslere devam ettim.
Ne tür malzemelerin üzerini motiflerinizle bezediniz?
Cam, porselen, ahşap, çini, deri, kumaş gibi pek çok malzemenin üzerinde çalıştım. Ahşabı talebelik yıllarımdan beri kullanırım. Camı ise cam boyası Türkiye’ye geldikten sonra başladım. İlk kez camdan bir pano yaptım ve onu oturduğumuz apartmanın girişine astım. O kadar güzel olmuştu ki… Apartmana gelen herkesin aklı onda kalıyordu. O kadar çok kişi o panodan istedi ki cam panolar üzerine çalışmaya devam ettim. Ben kumaşla da çok çalıştım. Daha doğrusu aklıma gelen her şeyi yaptım. Eğer gece aklıma gelmişse kalkar çalışır, yatardım.
Kişisel sergi açtınız mı?
Hayır. Çünkü yetiştiremedim. Ayrıca Yıldız Porselen’de çalışırken açılan sergilerdeki ürünlerin desenleri benimdi. Hâlâ da ürünlerin üzerinde desen Nezihe Bilgütay Derler yazar.
Koleksiyonerlere eserlerinizden verdiniz mi?
Benim eserlerim en fazla iş adamı Necip Tatari’de vardır. Necip Bey’e çok pano yaptım. Hatta eserlerimi koymak için özel bir konut yaptırdı. Çok sanatsever bir insandı. Nerede sanat kitabı bulsa bana getirirdi.
Hâlâ üretmeye devam ediyorsunuz…
Evet ama kolum ağrıyor. Meslek hastalığı... O nedenle eskisi kadar uzun süreli çalışamıyorum. Ama yine de fırçayı, kalemi elimden bırakamıyorum.
Rezidanslarla nasıl tanıştınız?
Akademiden mezun iki arkadaşım var. İkisi de eşleri vefat ettikten sonra Yakacık Rezidans’ın bağışçısı oldu. Onlar çok rahat olduklarını söylüyorlardı. Fakat eşim katiyen istemiyordu, çünkü huzurevlerinin o kötü imajı kafasında yer edinmiş, rezidansları da öyle görüyordu. Lafını bile ettirmezdi. Sonra birlikte Urla Rezidans’a geldik. O kadar sevdi ki burayı “hemen gelelim” dedi. Ancak eşim burada yaşayamadı. Onun vefatından sonra gelebildim.
Rezidansta günleriniz nasıl geçiyor?
Burada her şeyden önce hayat çok rahat ve kolay. Odam temizleniyor, çamaşırlarım yıkanıyor, ütüleniyor. Yemek, fatura, çarşı pazar derdi yok. Harika bir sağlık hizmeti var. Sağlık ekibi etrafımızda pervane… Tüm personel çok insancıl. Hepsi o kadar hürmetkâr, saygılı ve iyiler ki, insanın ancak evladından görebileceği sevgiyi, saygıyı gösteriyorlar. Bazen bu kadar iyi insanı nasıl bir yerde toplamayı başarmışlar diye kendi kendime soruyorum.
Şu anki Türk çini sanatını nasıl buluyorsunuz?
Gittikçe güzelleşiyor. Bilhassa Vehbi Koç’un bunda payı büyüktür. İlk kurslara başladığımızda Kütahya’da fırça bile kullanılmazdı. Eşek kılından yapılan fırçalar vardı. Ben, samur fırçaları önerince samur fırçayla çalışılmaya başlandı.
On iki Yunan adasından Kos’ta (İstanköy) dünyaya gelen Eriş, çok uluslu, çok kültürlü bir ortamda büyümüş: “Ben üç lisan birden öğrenerek büyüdüm. İtalyanca, Yunanca ve Almancayı ana dili gibi konuşuyorum. Bütün arkadaşlarım Yunan, İtalyan idi” diye anlatıyor özlemle o günleri Eriş. Adada Türk okullu olmadığından İtalyan Koleji’ni bitirmiş.
Üniversite eğitimi için Atina’ya gitmek gerektiğinden eğitimine devam edememiş. Kos’ta evlenmiş: “Kayınpederim adanın ünlü tatlıcılarındandı. Tahin, helva, baklava yapardı. Bugünkü Hacı Bekir Tatlıcısı gibi kayınpederim de adada Hasan Çavuş olarak ünlüydü. Eşim, İstanbul’da üniversite okumuştu ama adaya dönerek, babasının yanında çalışmayı seçmişti. Adada hayat çok güzeldi. Herkes birbirini tanırdı, asla kapılarımızı kilitlemezdik, hırsızlık nedir bilmezdik.” Ancak on iki adanın Yunanistan’a verilmesinden sonra her şey değişmeye başlamış:
“Hayat Türkler için zorlaşmaya başladı. Eşimin ailesinin mağazaları vardı, onlara saldırılar oldu. Adada yaşayan Rumlar değil ama sonradan gelen fanatik Rumlar yüzünden huzurumuz kalmadı. Bunun üzerine 1954’te İstanköy’den göç ettik. Önce Bodrum’a, ardından da İstanbul’a geldik.”
“En büyük hayalimi gerçekleştirdim”
Kız öğrencilerin barınma sorununun yoğun olduğu Kars’ta, ilk önce lisede okuyan kızlar için 140 kişi kapasiteli, ardından üniversite öğrencileri için 200 kişi kapasiteli ve son olarak da Çıldır’da ilköğretim öğrencileri için 70 kişi kapasiteli kız öğrenci yurdu yaptıran Eriş, neden özellikle kız öğrenci yurdu yaptırdığını şöyle açıklıyor: “Annem, on dört yaşında Bodrum’dan İstanköy’e gelin gelmiş. Tabii on dördünde evlenince ancak Kuran okumasını, imza atmasını öğrenmiş. Sekiz kardeştik. Biz büyüyüp okula gitmeye başladığımızda annemiz bize yardım edemezdi, karne aldığımızda hiç sormazdı, geçtiniz mi kaldınız mı, diye. Çünkü bilmiyordu. İşte ben o zamandan beri hep okumak istedim. Keşke kültürlü bir annem olsaydı da bana derslerimde yardım edebilseydi, derdim. Benim bugün yaptığım bağışların temelleri o zamandan atılmıştır aslında…” 400 kız öğrencinin barınma sorunun çözen Eriş,
“Çocukluğumdan beri en büyük hayalim annelerin kültürlü, bilgili olması ve çocuklarının güzel bir eğitim almalarına destek olmalarıydı. Ben açtığım bu yurtlarla en büyük hayalimi gerçekleştirdim”
diyor.
Yakacık Rezidans’ın üyesi
1999’da eşini yitirince yalnız yaşamak istemeyen Vasfiye Hanım, bu süreçte Darüşşafaka’nın Rezidanslarından haberdar olmuş: “Komşum, Darüşşafaka Rezidansları'nı duymuş, bana rezidansları tanıtan çok güzel bir katalog getirdi. İnceledim, araştırdım, gidip gezdim ve çok beğendim. 2004'te Yakacık Rezidans’a üye oldum. Rezidans’a üye olduktan sonra geleceğe dair hiçbir kaygım kalmadı. Zaten o nedenle tüm mal varlığımı hayır işlerine bağışlayabildim.”
Yakacık Rezidans’ın bağışçısı olarak da çocukların eğitimine destek olmanın kendisine ayrı bir huzur verdiğini ifade eden Eriş, “Darüşşafakalı öğrencilerle de zaman zaman bir araya geliyoruz, onlarla sohbet ediyorum, hepsi de inanılmaz güzel, zeki çocuklar” diyor.
"Burada günlük yaşamla ilgili zamanınızı çalan sorumluluklar yok"
"Ben, kısıtlı kaynaklarını salt çocukların geleceği için kullanmayı seçen özverili bir ailede büyüdüm. Yetişkin hayatımda da hep mücadele verdim. Bu nedenle salt maddi yetersizlikten kaybedilebilecek dolu dolu insan kaynağını çağdaş eğitimle buluşturan böylesi bir sisteme çok saygı duyuyorum. Hayatımızın bu dönemine ulaşmışken benim gibilerin artık vermeye ihtiyacı var. Darüşşafaka da bunun için doğru adres..."
Darüşşafaka Urla Rezidans bağışçısı Gülten Kolçak, hayallerinin peşinden giden ve onları gerçekleştiren idealist bir kadın... 1939'da bir asker kızı olarak Sarıkamış'ta dünyaya geliyor. Sarıkamış, merhum babası, Emekli Albay Ruhi Kolçak'ın ilk şark görev yeri... Ruhi Bey de eşi Mediha Hanım da beş çocuklarının iyi bir eğitim almaları ve sanatla büyümeleri için büyük çaba sarf eder. Gülten Kolçak, ebeveynlerini yönlendirmesiyle küçük yaşta keman eğitimi alıyor. 1958'de hem liseyi hem de yedi yıllık konservatuvar eğitimini tamamlıyor. 1960'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'ne, 1962'de ise ayın üniversitenin Hukuk Fakültesi'ne gidiyor. İkisinde de aradığını bulamayınca Almanya’da Musik Hochschule'da keman bölümüne devam ediyor. 1972'de oradan mezun oluyor ve ardından hep sevdiği ve istediği psikoloji alanına yöneliyor. Yine Almanya'da Carl Gustav Jung Enstitüsü'nde beş yıl sürecek psikoloji eğitimine başlıyor. Bir yandan okurken, diğer yandan da keman dersi veriyor. Ardından bir hastanede çalışmaya başlıyor. Psikosomatik konusunda oldukça uzmanlaşıyor. Ümitsiz vaka olarak nitelendirilen hastaları iyileştiriyor. Ardından Münih’te kendi muayenehanesi açıyor. Münih Sigorta Doktorları Odası'nın az sayıda hekime verdiği Avrupa Birliği ülkelerinde muayenehane açma hakkına sahip olmasına rağmen 2001'de ülkesine dönmeyi seçiyor. Bu yıl Urla Rezidans'ta yaşamaya başlayan Gülten Kolçak, burada 60 yıl öncesinden tanıdığı dostlarını buluyor. Mesleki deneyimlerini kitap haline getirmek için harıl harıl çalışan Gülten Kolçak'la yeni yaşam evinde bir araya geldik.
Ebeveynlerinizin sanat tutkusuyla siz ve kardeşleriniz hem konservatuvar okumuş hem de başka alanlarda da üniversite bitirmişsiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
Gülten Kolçak
En büyük ablam Ayten Kolçak, İstanbul iktisat Fakültesi mezunu ve aynı zamanda piyanist. Müzik öğrenimine Türkiye de başladı, Stuttgart 'ta Musik Hochschule’da tamamladı. Orada 15 yıl şehir tiyatrosu ve bale okulunun piyanistliğini yaptıktan sonra emekli oldu. Ağabeyim Oğuz Kolçak -maalesef, onu bu sene kaybettim- Viyana'da güzel sanatlar okulunu bitirdi, heykeltıraş oldu. Aynı zamanda viyolonsel çalıyordu. Kardeşim Nurten Kolçak Tezmen, İstanbul Devlet Operası'nda 47 yıl şef piyanist olarak çalıştı. Aramızdan en erken ayrılan kardeşimiz Yavuz Kolçak ise içimizde absolut (müzik) kulağına sahip kişiydi. En istidatlımız, beceriklimiz de oydu. Kendi başına piyano, vibrafon ve gitar öğrendi. Ben ise babamın isteğiyle küçük yaşta keman çalmaya başladım. On bir yaşındayken beş kardeş, İstanbul Belediye Konservatuvarı sınavını kazandık. Öğretmenler bile şaşırmış, "Gazeteci yok mu, bir aileden beş kardeşin kazanması ne demek!" diyerek hayretlerini paylaşmışlardı. Burada ailemin emeğini paylaşmadan edemeyeceğim. Düşünün beş kardeş, İstanbul Konservatuvarı giriş sınavını kazanıyoruz. Ancak müzik derslerimizin başlaması için beş sömestr ücretinin yatırılması şart. Ailemizin tek geliri babamın maaşı, -ki onunla bu yeni gider olmadan dahi ayı çıkarabilmek için alışverişlerimizi bakkal defteriyle yürütüyoruz. Anneciğim, birkaç parçadan oluşan mücevherlerini hiç tereddüt etmeden rehin vererek, okulun parasını ödedi. Böylece beş kardeş, konservatuvarda derslerimize başlayabildik. Bu kadar fedakarlık yetmezmiş gibi anneciğim okul çantamızla birlikte kemanlarımızı taşımakta zorlandığımız için bir elinde benim, diğerinde küçük kardeşimin kemanı her gün konservatuvara taşınırdı. Ebeveynlerimin tek motivasyonu bizim okumamız ve sanatın içinde olmamızdı. Örneğin, evimizde doğru düzgün mobilya yoktu ama kemanımız ve kiralık piyanomuz vardı. Babam tekrar Eskişehir’e tayin olunca dört kardeş, Ankara Konservatuvarı'nın sınavını girdik. Yine dördümüz de kabul edilerek, orada yatılı okumaya başladık. Muhteşem öğretmenlerimiz vardı. Amar Quartet'in kurucusu Lico Amar, Bochman gibi ustaların ustası hocalar… Ancak ertesi sene babam, İstanbul’a Harbiye 1. Ordu'ya tayin oldu ve "Çocuklarımı yanımda istiyorum" diye ısrar edince İstanbul’a döndük. Öğretmenlerimizden ayrılmak dördümüze de çok zor gelmişti. İstanbul’da 1958’de Türk Kız Lisesi'nin yanı sıra yedi yıl konservatuvar eğitim alarak okulumu tamamladım. 1960'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'ne, 1962- 64 yılları arasında da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam ettikten sonra Almanya’ya gittim ve Musik Hochschule'da keman bölümünden mezun oldum.
Sonra ne yaptınız?
Musik Hochschule’dan 1972'de bitirme ödevi olan resitalimi başarıyla vererek mezun oldum. Müzik ebeveynlerimin isteğiydi. Evet, kemanımı da çok sevdim ancak içimde hep yanan, hiç vazgeçmediğim başka bir alan vardı: Psikoloji… Babamın tayini Manisa’ya çıktığında lisede ilk defa psikoloji dersine girmiştim. Deyim yerindeyse vurulmuş, derse aşık olmuştum. Her dersten sonra eve gidince aile üyelerinin davranışlarının kökenleri hakkında analizler yapıyordum. Babam bana "ailenin psikologu" adını takmıştı. Liseden sonra iki sene hukuk, iki sene filolojide okumuştum ama kafamda hep psikoloji vardı. Okulu bitirdikten sonra bir tesadüf sonucu Carl Gustav Jung Enstitüsü'nden haberim oldu. Psikoterapi birdenbire ayağıma gelmişti. Üstelik Jung’un yaklaşımı da benim için biçilmiş kaftandı. Bununla birlikte çalışmak zorundaydım. Zaten müzik eğitim esnasında da geceleri kız kardeşimle bir matbaada çalışarak, geçimimizi sağlamıştık. Aksi takdirde babacığım bizim ihtiyaçlarımıza yetişemezdi. Hem dinlenmeye hem de çalışmaya ihtiyacım vardı ama yine de vazgeçmedim psikoterapiden. Ertesi gün enstitüye müracaat ettim. Onlara Manisa’dan ve içimdeki psikoloji aşkından söz ettim. Kıvancımı, heyecanımı anlattım. Bir hafta geçmeden başvurumun kabul edildiğini bildirdiler. Böylelikle konservatuvardan mezun olalı bir ay dahi olmadan beş yıl sürecek yeni bir eğitime başladım.
Almanya' da çalışma hayatına nasıl başladınız?
Carl Gustav Jung Enstitüsü'nde ilk bir buçuk sene salt teoriydi. O dönem Jugend Musikschule'larda keman dersi vererek geçimimi sağlıyordum. Teori dönemini tamamladıktan sonra kontrol altında tedavi vermeye başladım. Her sekiz görüşmemizden sonra bir süpervizyon görüşmesi alıyorduk. Son sene hastanede başhekim yardımcısı ve psikiyatr olan eşimi tanıdım. Kısa bir süre sonra da evlendik. Onunla uzun yıllar aynı hastanede görev aldık. Hastanede hem terapist hem de öğretmendim. Bir yandan psikosomatiği öğrenip uygularken bir yandan da doktorlara ve Tübingen Üniversite Tıp Fakültesi'nden gelen öğrencilere anlatıyordum. Müzik terapi ve grup çalışmaları da yapıyordum. Psikosomatik konusunda oldukça uzmanlaştım. Tedavilerimde ümitsiz, deyim yerindeyse hastane kariyeri yapmış hastaların iyileşmeleri, benim bu konuda adımın anılmaya başlamasına neden oldu. Çok zor anoreksik hastalarda bile yol alıyordum. Boşandıktan sonra Münih’e taşındım. Orada muayenehane açtım. Vatanıma dönünceye kadar 10 yıl süren bir dönemdi bu. Bu esnada konferanslar, seminerler, workshoplar yaptım. Meslektaşlarımla kucaklaşma fırsatı bulduğum bu çalışmaların her biri mutluluk veren deneyimlerdi.
Çalışma hayatınız süresince unutamadığınız bir anınızı, bizimle paylaşır mısınız?
İlk konferansımı hiç unutamam. Almanya’da Türk Haftası dolayısıyla Linden Etnoloji Müzesi’nde konferans vermek üzere bir teklif aldım. Orient bölümünde mihrabın önünde bir Türk masalını analitik psikoloji ve psikoterapi açısından analizini yaptım. Dinleyiciler halının üzerinde oturuyorlardı. Muhteşem bir ambiyans vardı. Dinleyiciler, çok mutlu olmuştu. Konferansta, öyle etkili olmuştu ki ardından üç-dört teklif daha aldım. Bu konferans, aynı zamanda benim eğitimciliğimin başlangıcıdır. Uzun yıllar yurt dışında çalıştıktan sonra Türkiye'ye dönmeye nasıl karar verdiniz? Türkiye'ye dönmek hep aklımda vardı. Evlenmeden önce de kararım Türkiye ye dönmekti ancak Alman eşimi tanıyınca kalmaya devam ettim. Vatanımı, milletimi çok seviyorum ve çok düşkünüm. Hep Türkiye’ye dönebileceğim ilk fırsatı kolladım. Eşimden ayrıldıktan iki yıl sonra 1984'te Türkiye’de alanımla ilgili iş görüşmeleri yaptım. Artık vatanıma hizmet etmek istiyordum. İlk olarak Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne müracaat ettim. Başhekim Yıldırım Aktuna,"Gelin ve hastanemizde Psikosmatik Ünitesini kurup, başına geçin. Ancak size hemşire maaşı verebiliriz, çünkü 'Psikologlar Kanunu' Meclis'ten henüz geçmedi" dedi. Ancak Bakırköy ve civarında yalnız ev kirası bile bana teklif ettikleri maaştan daha yüksekti. Seve seve yapacağım bu görevi reddederek, Almanya’ya döndüm. Uzun yıllar Almanya’da çalıştım ancak aklım Türkiye’deydi. Münih Sigorta Doktorları Odası'nın az sayıda meslektaşıma verdiği Avrupa Birliği ülkelerinde muayenehane açma hakkım olmasına rağmen 2001'de vatanıma döndüm.
Türkiye'de çalışma hayatınız oldu mu?
Çok istedim ancak maalesef evdeki hesap çarşıya uymadı. Türkiye’ye döndükten sonra hem çekirdek ailemde gelişen sağlık sorunlarının süreçlerini yönetmek zorunda kaldım hem de yaşayacağım evin tadilatı, inşaatı derken süreli bir işe konsantre olmak mümkün olmadı. Alanımla ilgili okumaya ve yazmaya devam ettim. Sahip olduğunuz birikimleri gelecek kuşaklara aktarmayı planlıyor musunuz? Kesinlikle evet! Türkiye’ye dönmeyi hayal ettiğimde yıllarca hararetle hep aynı şeyi düşündüm. Memleketime döneceğim ve bugüne kadar biriktirdiğim tüm deneyimlerimi kitap haline getireceğim. Hep milletime faydam olsun istedim. İnşallah da başaracağım. Rezidansta yavaş yavaş hazırlık yapmaya başladım. Özellikle meslektaşlarıma yol gösterici olarak hazırlayacağım bu kaynakta bugüne dek biriktirdiğim mesleki deneyimlerimi paylaşmayı planlıyorum.
Darüşşafaka Rezidansları'yla nasıl tanıştınız?
Buraya gelişim Carl Gustav JUNG Enstitüsü ile buluşma hikayem gibi güzel bir tesadüfle gelişti. Bir düşünür der ki, “Tesadüfler hazır olanların karşısına çıkar.” Hazırmışım galiba. Ablamı kaybetmiştim ve yaşam ihtiyaçlarımı yeniden gözden geçirdiğim, sorguladığım bir dönem geçiriyordum ki, bir mimar arkadaşım Urla Rezidans'tan bahsetti. Bir telefon, bir misafirlik ve buradayım. Açıkçası bireyselliğime ve kişisel alanıma çok düşkün biri olarak hayatımı toplu yaşanılan bir yerde sündürmeye karar vermek ilk tercihim değildi. Ancak önümdeki zamanı düzenlerken en doğru seçimin bu olduğuna kanaat getirdim.
Neden Urla Rezidans'ı tercih ettiniz?
Doğada olmak benim için hep çok önemli olmuştur. Babacığım çok çocuklu bir aile olduğumuz için hep tuttuğu evlerin dip dibe olmamasına özen gösterirdi. Hatta bahçeli evleri seçerdi ki özgürce oynayabilelim. Ben de kendi evlerimi alırken, hep hem manzarama hem de dip dibe olmamasına özen gösterdim. Urla Rezidans, bu kriterlerime en uygun olan mekandı.
Urla Rezidans'ta yaşamanın avantaj ve dezavantajları nelerdir?
Burada günlük yaşamınızla ilgili zamanınızı çalan sorumluluklarınız yok. Çamaşır, ütü yok, temizlik yok, yemek pişirmek yok. Bir hobiniz ya da hedefiniz varsa kendinize daha geniş vakit ayırmak için fırsatınız oluyor. Kurum içi sağlık hizmeti de hayatımızı çok kolaylaştırıyor. Bir dezavantajı buraya gelmeden önce en büyük zevkim rutin olarak kahvaltı sonrası sabahlığımla gazete okumaktı. Bunu burada yapmak tabii ki de mümkün değil…
Bağışınızla ihtiyaç sahibi çocukların eğitimine kaynak yaratması sizin için ifade ediyor?
Tabii ki de çok mutlu ediyor. Ben, kısıtlı kaynaklarını salt çocukların geleceği için kullanmayı seçen özverili bir ailede büyüdüm. Bu rolün ne ifade ettiğini çocuk açısından da veren el açısından da yaşadım. Yetişkin hayatımda da hep mücadele verdim. Bu nedenle salt maddi yetersizlikten kaybedilebilecek dolu dolu insan kaynağını çağdaş eğitimle buluşturan böylesi bir sisteme çok saygı duyuyorum. Hayatımızın bu dönemine ulaşmışken benim gibilerin artık vermeye ihtiyacı var. Darüşşafaka da bunun için doğru adres... Keşke Darüşşafaka, başka okullar açsa. Spora verdiği önem de beni etkiliyor.
Gülten ve Metin Çolgar çifti, Şenesenevler Rezidans'taki yaşamlarına ilişkin şu değerlendirmeyi yapıyor: "Burada yalnız değiliz. Birçok arkadaşımız var. Neredeyse her gün bir etkinlik düzenleniyor. Hiçbirini kaçırmıyorum. Tüm gezilere katılıyorum. Özetle faaliyet eşittir, ben... Tabii, bir de sağlık hizmeti elimizin altında... İstediğimiz an doktora ulaşabiliyoruz."
Röportaj: Demet Eyi - Rezidans dergisi ( 2017)
Gülten ve Metin Çolgar çifti, 63 yıllık mutlu evliliklerini bir Darüşşafaka Rezidans'ında sürdürüyor. 2014 yılında Şenesenevler Rezidans bağışçısı olan çift, günlük yaşamın tüm gailelerinden uzak bir ikinci bahar geçiriyor. Emekli İngilizce öğretmeni Gülten Çolgar, 1929 Ankara doğumlu... Dış İşleri Bakanlığı'nda görevli babası nedeniyle hayatı Ankara-İstanbul arasında geçen Gülten Hanım, ilkokulu İstanbul'da, ortaokulu Ankara TED Koleji'nde, liseyi ise İstanbul Kız Lisesi'nde tamamlıyor. 1949'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'ne giren Gülten Hanım, filoloji eğitimini tamamladıktan sonra hep hayalini kurduğu felsefe eğitimine devam ediyor: "Aklımda hep felsefe okumak vardı. Filoloji'de dört yılı tamamladıktan sonra felsefe bölümüne gittim. İki-üç sene de orada okudum. Yeni Türk Edebiyatı, Modern İngilizce, İngiliz Dili Tarihi sertifikalarını aldıktan sonra psikoloji aldım ve tezli pedagoji yaptım. Normalde dört sertifika programıyla bitirilir, ben beş sertifika yaptım." Üniversiteden mezun olduktan sonra Çapa Kız Enstitüsü'ne tayini çıkan Gülten Hanım, orada İngilizce ders sayısının azlığı nedeniyle istediği verimi alamayınca görevinden istifa ederek, Şişli Terakki Lisesi'ne geçiyor ve 1979'da oradan emekli çalışıyor.
"En çok çocuğu olan anneler öğretmenlerdir”
Çocukluğundan beri öğretmenlik hayali kurduğunu söyleyen Gülten Hanım, "Hani çocuklar evcilik oynar ya, ben öğretmencilik oynardım. Şişli Terakki'de ilk üç yıl ortaokulda çalıştıktan sonra lisede görevlendirildim. Emekli oluncaya kadar da hep lise derslerine girdim" diye anlatıyor. Derste sert ve ciddi bir öğretmen olduğunu söyleyen Gülten Hanım, şöyle konuşuyor: "Ama ders dışında arkadaş gibiydim çocuklarımla. Eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın eşi Berna Yılmaz da öğrencimdi. Öğretmenlik beni çok tatmin etti. Kendi çocuğum yok ama öğrencilerimin hepsi benim çocuklarım. Şişli Terakki Okulu'nun girişinde, “En çok çocuğu olan anneler, öğretmenlerdir” diye yazar. Ben, meslek hayatım boyunca bu sözü benimsedim. Çocuksuzluğu unutturan bir meslektir, öğretmenlik."
İstanbullu bir ailenin çocuğu olan Metin Çolgar da 1929 yılında doğuyor. 1980'de vefat eden annesi Selma Hanım, Çanakkale Savaşı'ndaki gönüllü hizmetlerinden ötürü Padişah V. Mehmet Reşat tarafından "şefkat nişanına" layık görülüyor. Metin Bey bu aile öyküsün şöyle anlatıyor: "Çanakkale Savaşı'nda Galatasaray Lisesi'ne çok yaralı gelir. Tanıdıklar vasıtasıyla annem Selma, hemşire olmayı kabul eder ve dokuz ay hastanede çalışır. Ben daha doğmamışım. Hastane görevi esnasında büyük yararlılık gösterir. Öyle ki savaştan sonra Padişah, beş kişiye "şefkat madalyası" takdim eder, onlar da biri de annemdir."
1961'de kaybettiği babası Ahmet Rıfat Bey'in de asker olduğunu belirten Metin Bey, "Babam, askerdi ama annem gibi madalya alamadı. 1924'te Jandarma Yüzbaşısı olarak emekli oldu. Ardından da Beyoğlu Havagazı Şirketi'nde müdürlük yaptı" diye anlatıyor. Saint Michel Fransız Lisesi'ni bitiren Metin Bey, 1951'de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne giriyor. Mezun olur olmaz vatani görevini yerine getiriyor. Askerden dönünce de Amerikan şirketi Mobil Oil’de çalışmaya başlıyor. Burada 28 yıl çalıştıktan sonra bütçe koordinatörü görevini yürütürken emekli oluyor.
Üniversite yıllarında başlayan aşk
Çolgar çifti, 1953'te Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenen bir kongrede...
Çolgar çiftinin tanışıklığı üniversite yıllarına uzanıyor. O yılları Gülten Hanım şöyle anlatıyor: "Filoloji'de okurken, Metin de Talebe Federasyonu'nda geziler tertipliyordu. Ben de geziye meraklıydım. Gezilere katılmaya başladım, böyle tanıştık. İkimiz de lisan bildiğimiz için kongreler olduğunda hocalarımız bizi görevlendirirdi. O kongrelerde çalışmak bizim için harikuladeydi. Adeta hayatımız değişti. Farklı milletlerden insanlar tanıdık. Onlara İstanbul’u gezdirirdik. Sırf bu yüzden rehberlik kurslarına gittim. Uzun bir arkadaşlık döneminin ardından 1954'te evlendik."
İkisini de tutkusu seyahat
Çolgar çiftinin ortak tutkusu seyahat etmek... Birlikte dünyayı dolaşan çift, son yıllara kadar seyahat etmekten vazgeçmiyor. Metin Bey, emekli olur olmaz çift, Avrupa turuna çıkıyor. 1981'de ise Gülten Hanım, tek başına 33 günlük dünya turuna çıkıyor.
Darüşşafaka Rezidansları'nda yeni bir yaşam
Bir öğretmen olarak Darüşşafaka’yı her zaman takdirle takip ettiğini ifade eden Gülten Hanım, Darüşşafaka Rezidansları'ndan ise komşusu Melek Rezzan Dikmen sayesinde haberdar oluyor: "Apartman komşum Rezzan, 2010'da Şenesenevler Rezidans'ta yaşamaya başladı. Onun sayesinde haberdar olduk. 2014'te biz de Şenesenevler Rezidans'ın bağışçısı olduk. Bir sene boyunca arada bir gelip gittik. Evimizden uzun süre vazgeçemedik. Sonra bir orada bir burada olmadı. İkiye bölünmek istemedik. Rezidans rahat geldi. Evi de sattık ve devamlı olarak burada kalmaya başladık."
Rahat bir yaşam...
Rezidansın sağladığı avantajların başında rahat bir yaşamın geldiğini vurgulayan Gülten Hanım, "Eşim, çok yemek seçer. On dört kalemden oluşan bir yemek listesi var. Onların haricinde yemez. Artık ne yemek pişireceğim diye düşünmüyorum. Ayrıca, burada yalnız değiliz. Birçok arkadaşımız var. Neredeyse her gün bir etkinlik düzenleniyor. Hiçbirini kaçırmıyorum. Tüm gezilere katılıyorum. Özetle faaliyet eşittir, ben... Tabii, bir de sağlık hizmeti elimizin altında... İstediğimiz an bir doktor bulabiliyoruz. Mesela bir gece Metin’in korkunç bir burun kanaması oldu. Durduramıyoruz. Çok panik olduk. Hemen aşağıdan doktor geldi. Tamponlar yapıldı, hastaneye götürüldü. Bu imkanı evimizde olsa sağlayamazdık. Hatta şimdiden yazlıkta ne yapacağımızı düşünüyorum" diyor.
Darüşşafakalı öğrencilerle bir araya gelmekten duydukları mutluluğu anlatan Gülten Hanım, "Çok yetenekli ve pırıl pırıl çocuklar. Çok iyi eğitim aldıkları her hallerinden belli oluyor. Onlarla her bir araya geldiğimizde yaptığımız bağış için mutlu oluyoruz, çünkü bağışımızın yerini bulduğunu görüyoruz. Bu nedenle Darüşşafaka'ya bağış yapmayı sürdürüyoruz. Hatta bir öğrencinin Darüşşafaka'dan mezuniyetine kadarki eğitim giderlerine verdiğimiz destekten ötürü ‘Mezun Bağışçı’ olduk" diye mutlulukla anlatıyor.
“Darüşşafaka, Türkiye’nin geleceğine iz bırakacak insanlar yetiştiriyor!”
Kurtuluş Savaşı, I. ve II. Dünya Savaş’nı yaşayan ismail Tiner, Darüşşafakalı öğrenciler için şu cümleleri kuruyor: “Hepsinin Türkiye’nin geleceğine iz bırakacak insanlar olacağını düşünüyorum. Yaşadığımız çağda böyle sorumluluk sahibi, bilinçli ve saygılı gençlerin olduğunu görmek bizlere mutluluk veriyor. Onları yetiştiren Darüşşafaka’nın da ilelebet var olmasını diliyorum.”
Şehnaz ve İsmail Tiner çifti, 62 yıllık mutlu evliliklerinin son 13 yılını Yakacık Rezidans’ta sürdürüyorlar. Birbirilerinin kimi zaman hafızası kimi zaman sesi kimi zaman da gözü olan çiftin elleri de birbirinden hiç ayrılmıyor. Elektrik elektronik mühendisi İsmail Tiner, 104 yaşını geride bırakırken hafızasıyla, dinçliğiyle adeta yıllara meydan okuyor. Öyle ki haftanın iki günü yüzüyor, klasik müzik konserlerini internetten takip ederek, bilet alıp eşiyle birlikte hiç kaçırmıyor. Aydın Nazilli’de Anadolu’nun dört bir yandan işgale uğradığı yıllarda dünyaya gelen İsmail Tiner, çocukluğunun yokluk ve yoksulluk içinde geçtiğini söylüyor. Onun yolunu açansa eğitim oluyor. İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra Atatürk’ün emriyle yurt dışına eğitim için gönderilen gençlerden biri oluyor. Nazilli’de birlikte büyüdüğü ve aynı okullarda okuduğu çocukluk arkadaşı Bahri Ersöz’le birlikte önce Belçika’ya gidiyorlar. Ancak daha ilk yıllarında Avrupa II. Dünya Savaşı’nın pençesine düşüyor. Yurt dışına gönderilen öğrenciler ülkeye geri çağrılıyor. Onlar da savaştan kaçan Yahudilerle birlikte önce Fransa’ya gidiyor, oradan da zorlu bir yolculukla Türkiye’ye geliyor. Ardından yine Bahri Ersöz’le bu kez de ABD’ye gönderiliyorlar. Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında yer alan MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) mühendislik eğitimi alıyor. Yurda dönüp zorunlu görevini tamamladıktan sonra kendi şirketini kuruyor. Şirketinin yönetimini şimdilerde oğlu ve kızına bıraksa da elini eteğini tamamen çekmiyor. Hayatı boyunca çalışmayı bırakmayanlardan… Çocukluk arkadaşı Bahri Ersöz’ün “Bir Cumhuriyet Çocuğunun Anıları” isimli kitabını özenle bize verirken, “Bahri, yaşadıklarımızı yazdı, ben yazamadım. İlk röportajımı da size veriyorum.” diyor gülümseyerek… Eğitimle değiştirdiği yaşamının son 13 yılını 157 yıldır eğitimle yaşamları değiştiren Darüşşafaka’nın bir rezidansında sürdüren İsmail Tiner ve eşi Şehnaz Tiner sorularımızı yanıtladı.
Darüşşafaka Yakacık Rezidans Bağışçısı İsmail Tiner
İsmail Bey sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
Aydın Nazilli’de 1916 yılında doğdum. 1922 yılı Nazilli’de tek bir ilkokul vardı. Orada okudum. Dört kardeştik. Üçü kız, ben sonuncuydum. 1922’de ilk defa Nazilli’de ortaokul açıldı. O yıla kadar ortaokul öğrencileri trenle Aydın’a giderdi okumak için… İlk ve ortaokulu Nazilli’de tamamladım. Ardından İzmir Erkek Lisesi’ne gittim. 1938 yılında oradan mezun oldum. O yıllar Atatürk’ün emriyle yurt dışına yükseköğrenim için öğrenci gönderiliyordu. Ben de onlardan birisiyim. Üç imtihan kazandım. Mons Politeknik Üniversitesi’nde (Belçika) Maden Mühendisliği’ne gönderildim. Ancak, maden mühendisliğini istemedim ve dedim ki, “Müsaade ederseniz elektro mekanik okumak istiyorum.” Müsaade ettiler. Liege’ye geçtim. Liege’de elektro mekanik enstitüsü var. Orada biraz okuduktan sonra harp çıktı. Ağustos sonunda Nazilerin işgali başladı. Biz de kaçtık. Bir trene bindik. Trendekilerin hepsi Yahudi aileleri... Günlerce trenle gittik, nerede olduğumuzu bilmeden. Fransa’ya geçtik. Dört-beş kişiydik, Cumhuriyet talebeleri olarak trende yolculuk eden... Nazilli’de beraber doğup büyüdüğümüz, aynı okullara gittiğimiz Bahri Ersöz de onlardan biriydi. Paris’e ulaştık, 10-15 gün orada kaldık. Fakat Hitler iyice harbi kızıştırmıştı. Alman uçakları Paris’in üzerinden uçuyordu. Oradan da trene atladık ve İstanbul’a döndük. Böylece daha birinci sınıftayken II. Dünya Savaşı başlayınca Türkiye’ye geri döndüm.
1927 yılında Kayseri’nin Hisarcık Köyü’nde doğdum. Dört kardeştik. Ablam vardı, o da öğretmendi. Kardeşim Tekin Mollaoğlu mühendisti. Diğer ağabeyimin Sebahattin Mollaoğlu da kendi işini kurmuştu. Annem Fevziye Mollaoğlu eğitime çok önem verirdi. Hepimizin okumasında onun payı büyüktür. O yüzden adına Kayseri’de bir okul yaptırdık. Kayseri’de liseyi okudum. Ardından Ankara Dil-Tarih’i kazandım. Orada İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü okudum. Mezun olduktan sonra kısa süreli de olsa öğretmenlik yaptım. İlk görev yerim Mersin’di. Sonra Ankara’ya geldim. Ağabeyimin bürosunda çalışmaya başladım. Kısa bir dönem Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Bölümü’nde de hocalık yaptım.
İsmail Bey, Türkiye’ye döndükten sonra ne yaptınız?
O yıllar İstanbul Teknik Üniversitesi, Yüksek Mühendis Mektebi idi. Ben zaten oraya girmiştim ama döndükten sonra ikinci kez giriş imtihanına katıldım, çünkü bir yıl geçmişti. Yine kazandım ve bir buçuk- iki ay orada okudum. O sırada Ankara’dan bir davet geldi, bizi Ankara’ya çağırıyorlardı. Gittik, karar almışlar, bizi ABD’ye MIT’ye (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) gönderiyorlar, her şeyi hazırlamışlar. Böylelikle Amerika’ya gitmek için yola çıktık.
Nasıl gittiniz?
Irak’ta bir Hollanda vapuruna bindik ve iki buçuk ay süren bir yolculuğun sonunda Kaliforniya’ya vardık. Oradan da otobüse bindik, tüm Amerika’yı geçerek, bu kez de Boston’a gittik. Yıl 1940 idi. Böylelikle MIT’de eğitime başladık. MIT, ABD’nin çok ileri gelen mühendislik mekteplerinden biridir. Orada elektrik bölümüne kayıt oldum, 1944’te de mezun oldum.
Sonra?
1946’da Türkiye’ye döndüm. Burslu okuduğum için mecburi hizmetim vardı. Beni Etibank’a tayin ettiler, 1955’e kadar orada çalıştım. Dışarda okuduğunuz yıl kadar devlette hizmet etmemiz gerekiyordu. O hizmeti yaptım.
Etibank’ta neler yaptınız?
Elektrik mühendisi olarak çalıştım. O yıllar Etibank’ta çok işletme vardı. Ayrıca elektrik santralleri kuruluyordu. O kuruluşlarda vazife aldım. 1955’te mecburi hizmeti tamamlayınca kendi isteğimle ayrıldım. Kendi kendime biraz çalıştım. Daha sonra eşim Şehnaz’ın ağabeyi olan Sebahattin’le (Mollaoğlu) birlikte -Sebahattin’le askerliğimizi yaparken tanışmıştık. Mecburi görevimi yaparken kısa dönem askerliğimi de yapmıştım.- iş kurduk. Bu girişimcilik işi tuttu. Benim kurduğum iki şirket hala çalışıyor. Biri Silvan Sanayi AŞ… 1957’de kurduk. Çelik dökümcülük yapan bir müessesedir. Çok gelişmiştir. Ürünlerinin büyük kısmını ABD’ye satıyor. İkinci ise bizzat kurduğum bir mümessillik şirketidir: İsmail Tiner Endüstri Tesisleri Ltd. (İTET)… Hem kızım hem oğlum bu iki şirkette hissedardır. Oğlum aynı zamanda müdür olarak İTET’de çalışıyor. Silvan Sanayi ise akrabalarımızın yönetiminde devam ediyor. Dört torumuz var. Hepsi erkek. İkisi üniversiteden mezun, ikisi de okumaya devam ediyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim almış bir insan olarak o yıllardaki eğitimi değerlendirmeniz mümkün mü?
1916 yılı Türkiye için çok acı yıllardır. Ben de tam o yıllarda doğmuşum. Daha bebekken çok sefalet, çok yokluk, yoksulluk çektim. Hatırlıyorum ilkokula nalınla giderdik, ayakkabımız yoktu. Yaşam ilkeldi. Bugünün şartlarıyla kıyaslanamaz bile. Okulda hasırlar vardı. Yerli yapımı. O hasırlar üzerinde oturur, ders yapardık. İlkokul bittikten sonra gelişme oldu. Lise döneminde ise her şey daha iyiydi. 1935-38 arasında liseyi okudum. Rahat, telaşsız, sulh içinde…. Türkiye o zaman sulh içinde bir memleketti.
Ne zaman evlendiniz?
Biraz geç evlendik biz, 1958 yılında Almanya Köln’de…
Neden Köln?
O dönem Şehnaz ailesiyle Almanya’daydı. Ben de işim gereği ordaydım. Şehnaz’dan onay gelince hemen konsolosluğa gidip evlendik. Fakat çok iyi olmadı, çünkü gelinlik giyemeden öylece evlendi benimle. Ona hala bir gelinlik borcum var.
Çalışma hayatını ne zaman bıraktınız?
Emekli olmak diye bir şey yok. Biz torunlarımızı eğittik ve onlar hazır olduğunda işleri onlara devrettik.
Darüşşafaka’yla nasıl tanıştınız? Nasıl haberiniz oldu? Darüşşafaka’ya gelmeden önce Çiftehavuzlar’da evimiz vardı. Şimdi orada kiracılarımız kalıyor. Darüşşafaka Rezidansları’nı biliyorduk, tanıdıklardan defaten duymuşluğumuz vardı. 2007 yılında Yakacık Rezidans’ı gezdik, çok beğendik. Biraz uzak olmasına rağmen çok hoşumuza gittiği için kalmaya karar verdik. Bu camianın içinde olmak bizi mutlu ediyor.
13 yıldır yaşamınızı Yakacık Rezidans’ta sürdüren bir bağışçımız olarak buradaki hayatı değerlendirir misiniz? Rezidansta hayat nasıl geçiyor?
Genel olarak sakin ve huzurlu günler geçiriyoruz burada. Düzenli olarak aktivitelerimiz oluyor, onlara katılıyoruz. İkimiz de müzik severiz. Özellikle klasik müzik. Pop müzikle aramız yoktur bizim. Bu nedenle özellikle Kadıköy Süreyya Operası’nda düzenlenen konserleri kaçırmıyoruz. Sosyal hizmetler de haber veriyor ama ben de internetten konserlere bakıyorum. Haftada iki gün yüzmeye çalışıyorum. Şehnaz’la birlikte yürüyüş yapıyoruz. Darüşşafaka’nın bize vermiş olduğu bu hizmet büyük bir başarıdır. Hepsinden memnunuz. Güvende ve emin ellerdeyiz. Sağlığımız sürekli kontrol ediliyor. İstediğimiz zaman tahlil yaptırabiliyoruz
Rezidansta yaşamanın avantajları nedir?
Burada yaşamanın çok avantajı var. Dışarıyı hiç düşünmüyoruz öncelikle. Deniz kıyısında güzel bir evimiz var fakat orada tek başımıza yaşamanın zor olacağını biliyoruz. Burada her ihtiyacımız gideriliyor. Burada güvendeyiz, rahatız.
Uzun ve sağlıklı bir ömrünüz var. Bunu neye borçlusunuz?
Çok özel bir şey yapmıyorum. Ancak hayatım boyunca çok az ilaç kullandım. Alternatif tıbba ve otlara meraklıyım. Bir de şiire… Yahya Kemal, Orhan Veli, Can Yücel… Hepsini hala okurum.
Son olarak 13 yıldır Darüşşafakalı öğrencilerle iç içesiniz. Onları nasıl buluyorsunuz?
Hepsinin Türkiye’nin geleceğine iz bırakacak insanlar olacağını düşünüyorum. Yaşadığımız çağda böyle sorumluluk sahibi, bilinçli ve saygılı gençlerin olduğunu görmek bizlere mutluluk veriyor. Onları yetiştiren Darüşşafaka’nın da ilelebet var olmasını diliyorum. Çocuklarla olan bağının hep güçlü olmasını temenni ediyoruz. Yaşasın Darüşşafaka!
Şehnaz Tiner’in Atatürk anısı
Hayatımın en özel anılarından biridir. Atatürk Kayseri’ye gelmişti. Ben de 3-4 yaşlarındaydım. Hemen kaçtık sokağa aynı yaşta arkadaşlarla. Atatürk’ün geçeceği bir yere, bir taşın üstüne tünedik. Atatürk oturduğumuz yerden geçtiğinde çok insan yoktu çevremizde. Taşın üstünde oturan üçümüzü gördü ve “Merhaba, küçük hanımlar, nasılsınız?” diye sordu. Biz çok heyecanlanmıştık. Kollarımızı açıp Atatürk’e koştuk ve sarıldık. Çok özel bir andı.
İsmail Tiner’in Atatürk anısı
“Atatürk Nazilli’den de geçti. Hepimiz okuldaydık o zaman. Haber gelince istasyona gittik. Atatürk, pencereden bize bakıyordu. Çok heyecanlanmıştık. Unutulmaz bir gündü.
“Ülkeye ve millete hizmet dışında bir derdimiz yoktu”
Türkiye’nin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı hazırlayan ekipte yer alan Ayhan Çilingiroğlu, “İlginç bir dönemdi. Menderes ve ekibi tutuklanmış, milletvekilleri hapsedilmişti ve büyük bir siyasi kargaşa vardı. Ancak biz, Devlet Planlama Teşkilatı’nda bir ahenk içinde çalışıyorduk. Hepimiz gençtik, idealisttik, ülkeye ve millete hizmet dışında bir derdimiz yoktu.” diyor.
Darüşşafaka Maltepe Rezidans bağışçısı Ayhan Çilingiroğlu, 30 Ağustos 1930’da Van’da doğuyor. Dört yaşındayken ailesi Ankara’ya göç ediyor. Atatürk Lisesi’nde altı yıl üst üste iftihar listesinde yer alarak, okulun tarihinde bir ilki başarıyor. 1948’de İTÜ Elektrik Fakültesi’ne giriyor ve 1953’te yüksek mühendis olarak mezun oluyor. Meslek hayatına Devlet Demir Yolları’nda başlayan Çilingiroğlu, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın teklifiyle kariyerinde önemli bir yeri olan Elektrik İşleri Etüt İdaresi’ne giriyor. Türkiye’nin Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlanmasında, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasında görev alan, OECD’den Dünya Bankası’na kadar pek çok uluslararası kurumda başarılara imza atan, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı görevini üstlenen Ayhan Çilingiroğlu, sorularımızı yanıtladı.
Sizi daha yakından tanıyabilir miyiz?
30 Ağustos 1930’da Van’da doğdum. Babam orada öğretmenmiş. Yedek subaylıktan sonra askeriyede kalmış ve hayatına asker olarak devam etmiş. Biz, Van’ın eski ailelerindeniz. Annem de babam da Vanlıdır. Ancak Van’la bağlarımı çok koruyamadım. Bir kere lise 10. sınıfta yaz tatilinde Van’a gittim, bir de hükümette olduğum yıl, 23 Nisan’ı kutlamak üzere Hakkari’ye giderken bir gece Van’da konakladım. Dört yaşımdayken Ankara’ya göç ettik. O yıllar Ankara küçük bir şehirdi. Hamamönü denilen semtte İnönü İlkokulu vardı, orada beş yıl okudum. Ortaokula Atatürk Lisesi’nde başladım. O yıllar Atatürk Lisesi’nin ortaokul kısmı da vardı ama sadece bir sınıf açılırdı. Altı yıl da orada okudum. Bizim dönemimizde “iftihar listesi” diye bir uygulama vardı. Gerek hal ve davranışlarında gerekse derslerinde başarılı olan iki öğrenci iftihar listesine geçerdi. Yıl sonunda da fotoğrafları, Türkiye genelinde iftihar kitabında toplanırdı. Türkiye’de ortaokul ve liseler o kadar azdı ki, tüm okulların iftihar listesindeki iki öğrencisi kitapta yer alırdı. Atatürk Lisesi’nde altı yıl üst üste iftihar listesine girdim. Okulun tarihinde bu bir ilkti. Benden sonra sadece iki arkadaşım daha bunu başardı: Birisi merhum inşaat yüksek mühendisi Akdoğan Mat ve diğeri ise Boğaziçi Üniversitesi Rektörlerinden Prof. Dr. Ergün Toğrol’dur. Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Fakültesi’ne girdim.
Üniversite hayatına alışmak zor oldu mu?
İlk yıl çok zordu. Teknik Üniversite o yıllar sadece Gümüşsuyu’ndaki binadaydı ve Teknik Üniversite’nin talebe yurdu da sadece devletin okuttuğu öğrencilere tahsis edilmişti. Ben, Beyazıt’taki bir yurtta kalıyordum. İstanbul Üniversitesi’nin arkasında eskiden Bekirağa Bölüğü olarak da bilenen bir kışla, talebe yurdu yapılmıştı. İlk gittiğimde koğuşlar doluydu, yurt müdürü koridorda yatarsam kalabileceğimi söyledi. Kabul ettim. Koridora bir karyola koydular, orada yatıyordum. Sonra birkaç arkadaş daha geldi, koridorda yatıyorduk. Tabii, böyle olunca uyumak ne mümkün... Daha kötüsü Beyazıt’tan Gümüşsuyu’na sadece otobüs bağlantısı vardı. Bazen otobüs gelmezdi ve yürüyerek giderdik. Bir yıl o koridorda yattım. İTÜ’nün öğrenci yurdu herkese açılınca ben de oraya geçtim. Teknik Üniversite’deki beş yılın dördünü ise bir odadan diğerine gider gibi derse gitme rahatlığıyla geçirdim.
İTÜ yıllarını nasıl anımsıyorsunuz?
Tabii, gençliğin verdiği rahatlık vardı. O yıllar hanımlardan mühendisliğe meraklı olan pek yoktu. Biz, 80-90 kişi girdik. Bir evvelki yıldan kalmış 15-20 kişi daha vardı. 2. sınıfa geçtiğimizde 20 kişi kalmıştık. Bir kız arkadaşımız vardı: Nevvar Sünnetçioğlu… Tabii, bu kadar az sayıda olunca çok yakın dostluklarımız oldu, herkes birbirinin her şeyini bilirdi. Üniversiteden iki önemli hadise anlatayım. Biri 4. sınıftayken bir gün aklıma esti. Bizim her yıl yaz tatillerinde staj yapmamız gerekiyordu. Ben de Ankara Esenboğa Havaalanı’nda stajımı yapıp, İstanbul’a gelmiştim. O sırada staj işleriyle ilgilenen Prof. Dr. Turgut Boduroğlu’nu gördüm. Dedim ki, “Hocam, Deniz Yolları’nda staj için bize yazı verir misiniz?” Bana ve iki arkadaşım için yazı verdi. Böylece ben ve rahmetli Ayhan Erkan, bir gemide staja gittik. O stajın sayesinde İstanbul vapuruyla İstanbul, İzmir, Pire, Kıbrıs, Lübnan, Beyrut, Napoli, Cenova, Marsilya’ya kadar gidip, aynı gemiyle döndük. Bizim için ilginç bir deneyim oldu. Diğeri ise son sınıftaydık, Avusturyalı bir hocamız vardı, sürekli Kaprun santralinden bahseder ve derslerinde oradan örnekler verirdi. Bir derste “Keşke görebilsek Kaprun’u” dedim. Hoca, sömestr tatilinde Viyana’ya gitti ve orada tifodan vefat etti. Bir gün etüt sınıfına bir görevli geldi ve dekanın son sınıftan iki - üç öğrenciyi odasına çağırdığını söyledi. Tabii, hepimiz çekindik. Sonunda Pertev Apaydın’la -Brüksel’de yaşıyor ve aynı zamanda çok iyi bir orkestra şefidir- birlikte dekanın odasına gittik. Dekan bizi, Avusturya Konsolosu ile tanıştırdı. Meğer hocamız vefat etmeden önce bizlerin Avusturya’da ağırlanması için girişimlerde bulunmuş ve neticede 15 günlüğüne Avusturya’ya davet edildik. Ne acı ki tüm masraflarımız Avusturyalı şirketler tarafından karşılanmasına ve çok cüzi ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılayacak olmamıza rağmen 20 kişilik sınıftan sadece 8-10 kişinin imkanı buna elverdi. Bunun üzerine biz de başka fakültelerden isteyen öğrencileri çağırdık. Pertev’in girişimiyle bir hafta da İtalya’dan davet aldık. Böylece 20 kişi önce Cenova’da Pirelli ve Fiat fabrikalarını gezdik. Ardından Avusturya’ya geçtik. Sanayi şehri Linz’e gittik. Oradaki pek çok fabrikayı ve Kaprun santralini gezdik.
1953’te İTÜ’den yüksek mühendis olarak mezun oldunuz. Sonra neler yaptınız?
Ankara’ya gittim. İlk Devlet Demir Yolları’nda bir iş buldum. Bu arada İTÜ’nün son sınıfındayken “Bizim Muhit” adında bir gazete çıkarıyordum. Oradan kalma yazı yazmaya meraklıydım. Adnan Menderes Hükümeti vardı ve ciddi bir yatırım hamlesi içindeydik. Türkiye’de elektrik sanayinin de kurulması gerektiğine dair bir yazı yazdım. Yazım, Ankara’daki Zafer gazetesinde yayımlandı. Rahmetli Turgut Özal -O bizden üç sene evvelki sınıftandı- ve arkadaşları, o yazıyı okumuşlar. Turgut Bey, beni çağırdı ve iş teklif etti. Böylelikle Demir Yolları’ndan ayrıldım ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi’ne girdim. Burası, Türkiye’nin elektrik yatırımlarıyla ilgili planlamalar yapıyordu. Cumhuriyet döneminde Atatürk ve ondan sonraki liderlerin görüşüyle iki müessese kurulmuştur: Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİE) ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA). 1954 yılında EİE İdaresi’nde işe başladım. Üniversitede hocalarımızın çoğu Almanya’da eğitim gördükleri için mezun olduktan sonra hem dil öğrenmek hem de mühendisliğimi geliştirmek için Almanya’ya gitme fikrim vardı. Nitekim biraz para biriktirince Almanya’ya gittim. İki yıl Almanya’da kaldım. İlk yıl Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrendim. Ardından Siemens ve AEG’de çalıştım. O sırada ilginç bir şey fark ettim, bütün Almanlar, İngilizce öğreniyordu. Dünyada dengeler değişmişti. O zaman dedim ki ben yanlış yaptım, Almanca değil de İngilizce öğrenmeliydim. Biraz para biriktirmiştim, oradan İngiltere’ye gittim. Dört ay kadar İngilizce öğrenmeye çalıştım. O arada Turgut’tan (Özal) bir mektup geldi, bir İngiliz firmasında iş teklifi sunuyordu. İngilizcemi ilerletmek için biraz daha kalmam gerekiyordu, bu nedenle teklifi kabul ettim. Bir sene kadar orada çalıştım. Ardından Türkiye’ye döndüm ve 1958’de askere gittim. Genelkurmay’ın bünyesinde İlmi İstişare Heyeti (İLGE) diye bir birim vardı. Daha çok yurt dışında eğitim görmüş, yedek subaylar buraya seçiliyordu. Dolayısıyla ben de İLGE’ye girdim. Bu arada Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) 15 günlük yaz okulu için iki kişi istendi. Ben ve arkadaşım Doğan Erden seçildik. İkimiz gittik, geldikten sonra da o kursta öğrendiklerimizi broşür olarak hazırlayarak, Genelkurmay’ın arşivine koyduk.
Vatani görevinizi tamamladıktan sonra ne yaptınız?
Askerlikten sonra da kendimi ülkeme karşı borçlu hissettiğim için özel bir şirkette çalışmak yerine yeniden EİE İdaresi’ne döndüm. O dönemin en önemli sorunu çok yatırım yapılıyordu ama bunlar bir plan dahilinde yapılmıyordu. Bu nedenle de Adnan Menderes Hükümeti çok eleştiriliyordu. 1959 senesinde ABD yardımları farklı bir boyut almaya başladı. Çünkü Avrupa ülkeleri savaşın izlerini silmeye başlamış, ekonomileri toparlanmıştı. ABD, yükü kendi üstünden atmak için Almanya gibi güçlenen ülkelerin de yardım programlarına katkı vermesini istiyordu. Bu yardımlar için Almanya’nın Ekonomi Bakanı Profesör Ludwig Erhard, Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin zaten Almanya’yla ciddi ticari ilişkileri vardı. Birçok elektrikli santralini, çimento fabrikasını, azotlu gübre fabrikasını -Tabii keşke almasaydı, çünkü büyük kısmı eski teknolojiydi- Almanya’dan almıştı. Erhard, İstanbul’da Başbakan Menderes ve ekibiyle bir araya geldi. Ona verilecek bir raporu hazırlama sorunu vardı. O raporu hazırlamak için Dış İşleri Bakanlığı’nda Yatırım Program Komitesi kuruldu. O komitenin bir üyesi de bizim genel müdürümüz İbrahim Deriner’di. İbrahim Bey, o toplantılara giderken beni ve Turgut’u (Özal) da götürürdü. Derken, toplantıların sekretaryası bize verildi. Erhard için Türkiye’nin ne tür yardımlara ihtiyacı olduğunu içeren bir rapor hazırladık. Tabii biz iktisatçı değildik, ikimiz de mühendistik ama yine de ülkenin ihtiyaçlarını görüyorduk. O raporu Başbakan Menderes, Erhard’a verdi. Ancak Erhard, ekonomik kalkınma planı yapılmasını istiyordu. Dünyada gerçek anlamda kalkınma planı hazırlayan iktisatçı ise oldukça azdı. Onlardan biri hatta en önemlisi ise Hollandalı Prof. Jan Tinbergen idi. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Bey de bu iktisatçıyla anlaşıyor. Prof. Tinbergen, yardımcısı ekonomist Dr. Koopman ile birlikte 10 Yıllık Kalkınma Planı’nı hazırlamak için Türkiye’ye geldi. Tabii, Türkiye’de ben ve Turgut (Özal) dışında konuşacağı kimse yoktu. O sırada Turgut da askere gitti. Böylelikle tek kaldım. Türk ekonomisine dair bilgi toplamaya çalışıyorduk. Sümerbank, Etibank gibi Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) genel müdürlerini ziyaret ediyor, bilgi alıyorduk. Milli gelir, Gayri Safi Milli Hasıla gibi kavramlar Türkiye’de hiç konuşulmuyor, hatta bilinmiyordu. Hükümette, Koordinasyon Bakanlığı diye bir bakanlık kurulmuştu. Rahmetli Sebati Ataman bu bakanlığa vekalet ediyordu. Aynı zamanda Sanayi Bakanı idi. Biz de EİE İdaresi olarak Sanayi Bakanlığı’na bağlı idik. Bize Koordinasyon Bakanlığı’nda bir oda tahsis ettiler. Ben ve Dr. Koopman, orada bilgi topluyor, Jan Tinbergen geldiğinde de ona veriyorduk. O da kalkınma planını hazırlayacaktı. Ben, birçok iktisadi terime yabancıydım. Bu noktada Mülkiye’ye gittim. Onların bir mecmuasını aldım. O mecmuada işimize yarayacak iki makale vardı. O makaleyi yazan rahmetli Nejat Bengül idi. Ancak Nejat üniversitedeydi. Oysa Yatırım Komitesi’nin başındakiler bizlerin üniversitelerle temas kurmasını yasaklamıştı. Çünkü üniversite hocaları gidişattan memnun değildi ve hükümeti eleştiriyorlardı. Genel müdürümüze, Nejat Bengül’le çalışmak istediğimi söyledim. Çözüm olarak Nejat Bengül’ü ve onun önerdiği Atilla Karaosmanoğlu’nu EİE İdaresi’ne danışman olarak aldık. Böylelikle bu iki isim de Jan Tinbergen’le yapılan çalışmaya dahil oldu. Çok doğru bir karardı. Tam bu hadiseler olduğunda Türkiye’de olaylar başlamıştı. Bir yandan öğrenci hareketleri diğer yandan Menderes Hükümeti’ne karşı gösteriler. Böyle bir dönemde biz, 10 Yıllık Kalkınma Planı hazırlamaya çalışıyorduk. Ancak 27 Mayıs İhtilali oldu ve Türkiye’de çok büyük değişiklikler yaşandı.
Bu sizin çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Dışişleri Bakanı eskiden dış ekonomik ilişkilerle ilgiliydi. Ama ihtilalden sonra bu, Maliye Bakanlığı’nın alanı oldu. Gelişen atmosfer bir planlama teşkilatı kurulsun şeklindeydi. Askeri yönetim ve hükümet bir planlama teşkilatı kurmak üzere harekete geçtiler. Maliye Bakanlığı tarafından planlama teşkilatı kurulması için kanun taslağı hazırlansa da rahmetli Atilla’nın (Karaosmanoğlu) hazırladığı taslak kabul edildi. Böylece Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Başına da Albay Şinasi Orel getirildi. Bizim artık Koordinasyon Bakanlığı’nda yerimiz yoktu. TBMM binasın önünde iki çıkıntı vardı. Onlardan birini bize verdiler. Böylelikle Devlet Planlama Teşkilatı (DTP) orada faaliyete geçti. Atilla, iktisat planlama daire başkanı, ben ise sektör planları şube müdürü oldum. Yeni mezun gençler aldık. Hikmet Çetin, Oktay Yenal, Sevim Görgün gibi isimlerle bir nüve kadro oluşturduk. Askerlerden de DPT’ye alınacak denildi, Turgut Özal’ı aldık, ardından Süleyman Demirel askere gitti, onu da aldık. Böylelikle DPT’de bir yanda iktisatçıların bir yandan mühendislerin yer aldığı bir kadro oluşturduk ve çok ciddi bir takım havasında çalıştık.
Bu kadroya, Türkiye’nin “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”nı hazırlayan kadro diyebilir miyiz?
Evet, bu kadroyla 1963-67 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı hazırladık. İlginç bir dönemdi. Menderes ve ekibi tutuklanmış, milletvekilleri hapsedilmişti ve büyük bir siyasi kargaşa vardı. Bir koalisyon hükümeti kurulmuştu. Ancak biz, DPT’de bir ahenk içinde çalışıyorduk. Hepimiz gençtik, idealisttik, ülkeye ve millete hizmet dışında bir derdimiz yoktu. Birinci Plan hazırlandı. Ardından Yüksek Planlama Kurulu’nda müzakereler başladı. O müzakerede herkesin bir isteği oluyordu. Bunlara direnmek durumda kalıyorduk. TOBB Başkanı Behçet Osmanağaoğlu görüşmelere katılmak istediğini söyleyince Atilla (Karaosmanoğlu), “İş adamları geliyorsa işçiler de gelmeli” dedi ve bunun üzerine sendika başkanları da müzakerelere katıldı. Hükümet tarafından Ekrem Alican ve Ferit Melen, özel sektöre ağırlık vermek istiyorlardı. Biz ise devletin kurumlarının hırpalanmamasını istiyorduk. Büyük tartışmalar yaşanıyordu. İsmet Paşa hepsini sakinlikle dinlerdi, herkese eşit mesafede davranırdı. Ekrem Alican Bey, bizden hoşlanmazdı, çünkü o maliyeden gelmişti. Devlette maalesef kurumlar arasında rekabet vardır. Biz, diğer kurumlara göre daha enerjiktik, herkes saat mefhumu olmadan çalışırdı. Mesela, bir pazartesi günü ofise girdim, odadan sesler geliyor. Kapıyı açtım masanın etrafında 7-8 uzman yardımcısı -aralarında Hikmet Çetin, sonradan milletvekili de olan Tülay Örey de var- toplanmış. Meğer bunlar, cuma günü bir işi bitirmek için kalmışlar, iş bitmeyince pazartesi sabahına kadar durmadan çalışmışlar. Biz, böyle bir ekiptik. Hepimiz bir işi yapmanın, en önemlisi de iyi yapmanın peşindeydik.
Peki sonra neler oldu?
Planın taslağı müzakere ederken, hükümet kanadı bizim öngördüğümüz yüzde 6,5 büyüme hızını yüzde 7 yapmak istiyordu. Biz de yüzde 7’lik kalkınma hızı olması için yeni tedbirler alınarak, kaynak yaratılması gerektiğini belirtiyorduk. O zamanın şartlarında mali kaynaklar çok sınırlıydı. Bir yerden 2-3 milyon borç bulmak bile çok zordu. Devlet yardımlarının haricinde borç alabileceğin sadece IMF vardı. Bu nedenle kaynak yaratmak, vergi almak demekti. Bu da Ekrem Alican Bey’in işine gelmiyordu. Hükümet kanadı yüzde 7’lik büyüme hızında ısrarcı idi. Oysa hesabımızı kitabımızı yapmıştık ve o hesaba göre kalkınma hızı yüzde 6,5 oluyordu. Bunun üzerine biz hiç beklenmeyen bir iş yaptık, dört kişi istifa ettik. İsmet Paşa, istifamızı geri almak için çok uğraştı. Dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’i göndermişti, genç bize daha yakın diye... Ben ve Atilla, ODTÜ’de ders vermeye başladık. O arada bana, OECD’den teklif geldi, Portekiz hükümeti bir plan yapacakmış, yabancı bir uzman arıyormuş. Böylelikle Portekiz hükümetinin müşaviri oldum. ODTÜ’de de ders vermeye devam ettim. İki yıla yakın böyle çalıştım. Ardından Dünya Bankası’ndan iş teklifi aldım. 1965 yılında Washington’a gittim ve Dünya Bankası’nda çalışmaya başladım. Bu görevim sırasında Brezilya’ya Pakistan’a, Mısır’a, Tunus’a gittim. O sırada gelişmekte olan ülkelerde elektrik makinelerinin üretimiyle ilgili bir kitap yazdım ve Dünya Bankası tarafından basıldı. Beş yıl orada çalıştım. Sonra da geldim, bakan oldum.
Evet, 1971’de Sanayi ve Ticaret Bakanı görevini üstlenmişsiniz. O süreci anlatır mısınız?
12 Mart 1971’den sonra başbakan olarak göreve getirilen Nihat Erim, hükümet kurmak istiyordu. Nihat Bey, beni çağırdı ve hükümete almak istediğini söyledi. Onun aklında Devlet Bakanlığı vardı. Ancak ben, “Sanayi Bakanı olurum hatta ticareti de alırım.” dedim. Bunun üzerine Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nı birleştirdi. Böylelikle ben Sanayi ve Ticaret Bakanı olarak hükümete girdim. Atilla’yı da ABD’den çağırdılar, o da başbakan yardımcısı oldu. Ayrıca eski bir arkadaşımız rahmetli Özer Derbil, Dış Ekonomik İlişkiler Bakanı; yine benim okul arkadaşım Atilla Sav, Çalışma Bakanı oldu. Dört partiden oluşan bir hükümetti. Ben, Halk Partisi’ne daha doğrusu Türkiye’nin kuruluşundaki felsefeye yakındım. Ama bizler bir siyasi parti temsilcisi değil, bağımsız kişiler olarak hükümette yer aldık.
Bakan olarak neler yaptınız?
Çok bir şey yaptığım söylenemez. Ancak Etibank, Makine Kimya, Sümerbank, Toprak Mahsulleri Ofisi, Et ve Balık Kurumu, Halk Bankası, Ziraat Bankası gibi pek çok kurum bizim gözetimimiz altındaydı. Ben daha çok bu kurumların doğru dürüst çalışmalarına müsaade ettim. Kabinedeki 11 arkadaşımla baktık ki askerlerle bu iş gitmiyor. Sürekli birileri tutuklanıyor ve biz hükümetteyiz ama hiçbir şey yapamıyoruz. Hatta Nihat Bey’e, “Bir gün sizin de çok yakından tanıdığınız birini tutuklayabilirler.” demiştim. Nitekim Bülent Nuri Esen tutuklandı, hukuk profesörü idi. Nihat Bey, “Ayhan biliyor musun? Bülent’i tutuklamışlar, oysa bu adam 13 yaşından beri hiçbir ciddi iş yapmamıştır.” demişti. Garip bir dünyaydı. Böylece 11 kişi istifa ettik. OECD’den iş teklifi aldım ve Paris’e gittim. Orada ilaç sanayinin kimyasal hammaddelerinin gelişmekte olan ülkelerde üretimi konulu bir araştırma projesini yönettim. O da kitap olarak yayımlandı. Üç sene sonunda Türkiye’ye döndüm, TOKİ, TİKA gibi kurumlarda müşavirlik yaptım.
Peki bu kadar yoğun iş hayatının içinde özel hayatınıza zaman ayırabildiniz mi?
Ben geç evlendim. 1965 yılıydı. Söylemesi ayıptır ama o yıllar Ankara’da evlenilmek için arzu edilen biriydim. Eşim de öyleydi. Bir tanıdık vasıtasıyla tanıştık ve evlenmeye karar verdik. Eşimin dedesi, Atatürk’ün Selanik’ten beri yakın arkadaşı olan Suriye, Van ve Erzurum Valiliği, milletvekillik ve umumi müfettişlik yapmış olan Tahsin Uzer’dir. Uzer, soyadını da Atatürk vermiş. Şişli’de Atatürk Müzesi olarak bilinen binanın sahibi de eşimin ailesi idi. Eşim, Ankara Koleji mezunudur. İki kızımız oldu. Bir kızımı kaybettim. Diğeri de Zürih’te yaşıyor.
Peki, bir Darüşşafaka Rezidansı’nda yaşamaya nasıl karar verdiniz?
Darüşşafaka’yı çok eskiden beri biliyordum, çünkü benim Darüşşafakalı çok arkadaşım oldu. Değerli bürokrat Necdet Seçkinöz, Merkez Bankası Başkan Vekili Zekeriya Yıldırım, Karayolları Genel Müdürü Kamuran Gürakan… Onların sayesinde Darüşşafaka’nın kaliteli bir eğitim kurumu olduğunu biliyordum ama rezidanslarının kalitesini girince gördüm. Burayı Zürih’teki kızım çok istedi. Bizim için daha güvenli olacağını söyledi. Annesinin de buraya gelmesini istiyordu ama eşim şimdilik kabul etmedi. Normalde Ankara’da otuyorduk ama ben buraya gelince eşim de İstanbul’a taşındı. Sık sık geliyor, buradaki etkinliklere katılıyor.
Rezidansta olmaktan mutlu musunuz?
Evet rezidanstan çok memnunum. Her şey düşünülmüş, planlanmış, insanlar kibar ve yardımseverler… Her şeyimizle ilgileniyorlar. Yeni dostlarım oldu. Hatta bazı eski dostlarımı da burada buldum.
Çillingiroğlu’nun bir anısı
“Kalkınma Planı’nı hazırlarken bize çok sık öneriler gelirdi, onların bir kısmı da sıradan insanlardan gelirdi. Zaman içinde gördüm ki birçoğu pek akıllıca tekliflermiş. Mesela, o aralar PETKİM kuruluyordu. Orada yaşayan bir çiftçi DPT’ye geldi. Dedi ki, ‘Burası dünyanın en iyi kirazını yetiştiren bir ziraat bölgesi. Bu tesis buraya yapılmamalı. Çok yazık olur.’ Tabii ki o zamanki akılla, sanayi çok önemli diye kimse aldırmadı. Oysa o köylünün dediği o kadar doğruymuş ki.”
Darüşşafakalı fizik profesörü, merhum Adnan Sokullu’nun eşi Sanay Sokullu, günümüzde Yakacık Rezidans’ta, eşinin ailesi olarak gördüğü Darüşşafaka’nın güvenli çatısı altında, mutlu bir yaşam sürdüğünü söylüyor ve “Herkesin içinden bir kıvılcım bulup çıkarıyorlar. Bana sevdiğim şeyleri yapmam için fırsat veriyorlar.” diyerek burada yaşamaktan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor.
Konya’da doğan Sanay Sokullu, Konyalı bir baba ve Yanyalı bir annenin kızı. İktisatçı ve memur olan babasının görevlerinden dolayı çocukluğu ve gençliği Ankara, İzmir, Antalya, Samsun ve İstanbul gibi çeşitli illerde geçmiş. Anne tarafından Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın soyundan, baba tarafından ise Mecidiyelilerden geliyor. “Mutlu bir ailenin kızıyım. Ankara Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Filolojisi Bölümü’nde okudum. Üniversitenin son senesinde Adnan Sokullu’yla evlendim ve 1960’ta ABD’ye gittik.” diye anlatıyor. Hem Sanay Hanım hem de Adnan Bey, Sokullu Mehmed Paşa’nın soyundan, aynı aileden geliyor. Sanay Hanım, üniversitede okurken dedesinin konağında, Üsküdar Sultan Tepesi’ndeki Hakkı Paşa Köşkü’nde kalmış. Aslında Adnan Bey’in çocukluğu da bu konakta geçmiş ama aynı dönemde burada yaşamamışlar.
Sanay Sokullu ve merhum eşi Prof. Dr. Adnan Sokullu (DŞ'29)
Ultrasonografi araştırmalarının öncülerinden, uluslararası arenada ülkemizi başarıyla temsil eden, değerli Türk bilim insanı Adnan Sokullu, 1953’te İstanbul Üniversitesi’nde profesör olduktan sonra ABD’de Case Western Reserve Üniversitesi’nde 17 yıl süreyle yaptığı araştırmalarda çok başarılı olmuş. National Institute of Health tarafından “Ultrasonografi Araştırmacılarının Öncüsü” plaketiyle ödüllendirilmiş.
Merhum eşinden gururla bahseden Sanay Hanım, “Tıpta ilk ultrasonu kullananlardan, ‘pioneer’ yani öncü listesine alındı. Adnan’a ABD’de büyük bir plaket verildi. Onunla hep iftihar ederim. O çerçevenin içindeki yazıyı da çocuğum olmadığı için Darüşşafaka’nın müzesine verdim. Çocuklara bir motivasyon olsun diye… Adnan orada yetiştiği için ailesi Darüşşafaka’dır. Ben hep kulaklarımda Darüşşafaka ismiyle yaşadım. Eşim hep Darüşşafaka’yla ilgili anılarını anlatırdı. Okuduğu sıralardaki maceraları, 1929’da okulu bitirdikten sonra nasıl Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla üniversiteyi Almanya’da okumaya hak kazandığı… Bütün bunlar onda olduğu kadar bende de çok aşırı derecede bir şükran hissi uyandırmıştır. Darüşşafaka’nın yeri çok büyük bende.” diyor.
“Gençlerin yaptıklarını izlemek de enerji veriyor”
Sokullu çifti ABD’de 17 sene kalmış. ABD’de Case Western Reserve Üniversitesi’nde antropoloji alanında master ve doktora yapan Sanay Hanım, Türkiye’den Almanya’ya göç edenlerin adaptasyonu, kültür ve kişilik üzerine çalışmış. Türkiye’ye döndükten sonra ise 15 yıl süreyle İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Okulu’nda, ABD’de tıp antropolojisi alanında yaptığı çalışmalarla da bağlantılı olarak tıp öğrencilerine İngilizce dersleri vermiş. Yaşamı boyunca hep sosyal içerikli çalışmalar yapan kulüplerde aktif görev almaktan hoşlanan Sanay Hanım, Türkiye’de Soroptimist Kulübü’ne üye olmuş ve 1982’de derneğin Türkiye başkanlığını üstlenmiş. O gün bugündür de geziler, kongreler, aktiviteler derken Soroptimistleri hiç bırakmamış: “Bakın yaşım 91, hala onlarla beraber uğraşıyorum ve çok mutluyum. Mesela Soma’daki kız çocuklarıyla bir futbol takımı kuruldu. O kadar mutlu ki o kız çocukları… Avrupa da bize bu kulübü geliştirmemiz için belirli bir miktarda fon bağışladı. Bu gibi aktiviteler hoşuma gidiyor. Bunlar insana kuvvet veriyor. Kendi kendine kalmanın hiçbir yararı yok hiçbir kimseye. Çünkü ben hala öğreniyorum. Gençlerin yaptıklarını izlemek de enerji veriyor.”
Babasını 3 yaşında, annesini ise 9 yaşındayken kaybeden Adnan Sokullu, Üsküdar’da oturduğu evden kendi kendine gidip Fatih’teki Darüşşafaka’ya kaydolmuş. Darüşşafaka’nın verdiği eğitim sayesinde eşinin çok iyi yetiştiğini vurgulayan Sanay Hanım, Darüşşafaka’ya duyduğu sevgi ve hayranlığı şu sözlerle ifade ediyor: “Düşünün o harp senelerinde, Türkiye’de hiçbir şey, yiyecek ekmek bile yokken Adnan, Darüşşafaka’da okuyor. Ve öylesine güzel eğitim veriyorlar ki, memleket bu durumdayken çocuk eğitiyorlar. Bana derdi ki, önlüğünü tutarmış, garsonlar sabah kahvaltısı için dörtte bir ekmek ve bir kaşık zeytin koyarlarmış. Hiçbir şey yok memlekette. ‘Hadi evlatlarım bugün bunu yiyin, yarın daha güzel olacak’ diyerek kahvaltı verirlermiş. ‘Bir gün küçümsemedik, çünkü onu da bulamayanlar çoktu sokakta. Ben kenarda kaldırımda oturup İngiliz postallarının geçtiğini gördüğüm için benden olan insanlarla beraber olmaktan çok mutluydum’ derdi. Bunlar hep bana aşılandı.” Adnan Bey’in Almanya’daki Aachen Teknik Üniversitesi’nde fizik mühendisliği okumaya gitmesinin ve orada başarılı olmasının da Darüşşafaka sayesinde olduğunu söylüyor: “Almanya’ya gitmek üzere imtihana giriyor ve kazanıyor. Darüşşafaka’dan çıkan çocuk kazanıyor, öteki okullardan çıkanlar değil. Ve çocuk Almanya’ya gidiyor, üniversitede okuyacak, ‘Sanay’ diyor ‘Almanca bilmiyorum, Almanca öğrenecek vakit yok, ders başladı.’ Fizik mühendisi olacak, fizik okuyor. ‘Hemen’ diyor ‘Darüşşafaka’da öğrendiğim Fransızcayla Fransızca fizik kitapları aldım. Onları Fransızca okuyorum, derste suallere cevap veriyorum.’ Hocaları şaşırmış, ‘sen nereden çalışıyorsun bunu, doğru dürüst konuşamıyorsun bile’ demişler. Söylemiş böyle böyle diye ve sınıfa örnek olarak göstermişler, ‘bakın bu çocuk Türkiye’den geldi, lise Fransızcasıyla kitap okuyor Almanca olarak imtihana giriyor’ diye. Yani o kadar mükemmel bir oluşum Darüşşafaka.”
Adnan Bey’in okul müdürlerine çok önem verdiğini söyleyen Sanay Hanım, ‘Ben hep güzel şeyleri okul müdürümüzden öğrendim’ dediğini söylüyor. Müdürü onu çok sever ve kollarmış. Onu ve arkadaşlarını, eşiyle birlikte evine çaya davet eder, sosyal yaşam kurallarını öğretirmiş.
“Darüşşafaka böyle çelebi gibi insanlar yetiştiriyor”
1953’te evlenen Sanay ve Adnan Sokullu, Adnan Bey’in 2005’teki vefatına kadar 52 yıl birlikte çok mutlu bir ömür sürmüş: “Bir gün kırılmadık. O kadar güzel bir birlikteliğimiz vardı. Onunla yaşadıkça, ne kadar mükemmel bir insan olduğunu anladım. Aileme kendi ailesi gibi bağlandı. Ailesine, akrabalarına bağlıydı. En çok da başkalarına yaptığı yardımlar… Öldüğü zaman bir gün kapı çalındı, bir kapıcı geldi, ‘Adnan Bey bana ev kurmamda yardım etti’ dedi. Hiç haberim yoktu, bunları öldükten sonra öğrendim. Çünkü ‘babamızdı’ diye geldiler. Belki yetişmesinde gördüğü sıkıntılar onu bu hususta iyice kırbaçladı. Darüşşafaka böyle çelebi gibi insanlar yetiştiriyor.” Adnan Sokullu’nun çok hassas bir insan olduğunu ifade eden Sanay Hanım, onun ihtiyacı olanlara yardım etme isteğini sevgiyle hatırlıyor. “Amerika’dayken bir gün Adnan, Türkiye’den getirdiği bir plağı koydu. O plak kılıfının üstünde de bir kağnı arabası ve köylü bir çocuk vardı. Güzel bir türkü, kalın, güzel bir ses, Ruhi Su’nundu galiba... Baktım böyle gözünden yaşlar akıyor. O kadar dokunmuş ki... Türkiye’ye döndükten sonra bir gün Taksim’de yürüyoruz, yanakları kıpkırmızı olmuş iki köylü çocuğu bize doğru koşarak ‘abla, ağabey, köye gidecek paramız yok, biraz para verir misiniz’ dediler. Adnan cebinde ne varsa verdi. Fark ettim, müthiş vurulmuş vaziyette. ‘Çok dokundu’ dedi, ‘o plağın üstündeki çocuk zannettim bu çocukları, onu görüyor gibi oldum, dayanamayacağım Sanay’ dedi. O derece verimkar, başkasını seven bir insandı.”
Adnan Sokullu, bilim dünyasında “ultrasesi göze uygulayan kişi” olarak tanınıyor. Gözde retina ayrılmasını ameliyat yerine dışarıdan ultrasonla tedavi etmeyi başaran Sokullu’nun bu yeni buluşuyla ABD’deki üniversitesinde yer yerinden oynamış: “Gazetede ertesi gün şöyle bir yazı: “Cleveland did it again” (Cleveland yine yaptı). 90 Minutes adlı meşhur televizyon programında çıktı, Afrika’dan bile aradılar ama Türkiye’de tek bir yazı bile çıkmadı. Adnan, oradaki gazetecilere ‘mutlaka benim Türk olduğumu yazacaksınız’ diye tembih etmişti.” Bu başarıdan sonra Amerikan Sağlık Bakanlığı Adnan Sokullu’ya araştırma fonunu devamlı olarak vermeye başlamış. Orada her şey yolunda gitse de memleketine çok bağlı bir insan olan Adnan Bey’in gözünde tütüyormuş Türkiye... “Her gün dönmek istedik” diyen Sanay Hanım, 1977’de kesin dönüş kararı almalarının hikayesini şöyle anlatıyor: “George Szell’in orkestrasına bizim haftalık biletlerimiz vardı. Müziği çok severdi. Baktım bir gün ‘Sanay, mecbur muyuz gitmeye?’ dedi. ‘Gitmeyiz hayatım’ dedim. Baktım sıla gibi bir şey geçiriyor. Dedim ‘sen çok özledin değil mi?’, ‘çok özledim’ dedi.” O günden sonra ani bir kararla kesin dönüş yapan Adnan Bey, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde Araştırma Müdürlüğü görevini üstlenmiş. Doktorasını tamamlamasına bir yıl kalan Sanay Hanım ise doktorasını bitirip ülkesine dönmüş. “Bana bir mektubu var, hala saklarım. ‘Sanay dün pazara gittim, sebzecilerin domates ve patates diye bağırmaları bana George Szell’in orkestrasından çok daha müthiş geldi.’ Ne kadar özlemiş görüyor musunuz?” diyor.
Darüşşafaka’dayken askeri frekansa giriyor
Adnan Bey’in bilim insanı olacağı Darüşşafaka yıllarından belliymiş. Sanay Hanım, bir anısını paylaşıyor: “Halasının oğlu Almanya’dan gelirken, o zaman Türkiye’de olmayan bir ufak oyuncak radyo getirmiş. Nasıl ses geliyor diye merakla açıyor, araştırıyor. Müdür de bunu fark etmiş ve akşamları laboratuvarda araştırma yapabileceğini söylemiş. Bir gün yatarlarken Adnan gidiyor bir şeylerle uğraşıyor, bilmeden bir frekansa giriyor. Karşı taraftan, ‘çık aradan, çık aradan’ diye bir ses geliyor. Korkuyor, ne yaptığını bilmiyor, ses gelince kapıyor… Bir müddet sonra kapıda bir askeri cip duruyor. Çocuk bilmiyor ki ne yaptığını, meğerse askeri frekansa girmiş. Hemen müdür yataktan fırlıyor, geliyor. Memleket daha yeni harplerden çıkmış, asker bu gibi şeylerde o kadar dikkatli ki... Müdür ‘ah bu mutlaka Adnan’dır, ufacık bir çocuk, çok meraklı’ diyor. Gelen albayla laboratuvara gidiyorlar, bakıyorlar Adnan pijamalarıyla orada, korku içinde. Albay başını okşuyor, ‘Bak’ diyor ‘sen ileride çok güzel bir bilim adamı olacaksın, ama böyle bilmediğin şeyler yapma, bizim frekansımıza girdin, ödümüz koptu casus mu var diye’ diyor.” Bağışçıların içindeki kıvılcımı bulup çıkarmak 2005’te eşini kaybettikten sonra 2008’de Yakacık Rezidans’tan bir daire alan Sanay Hanım, birkaç yıl sonra da yeni yuvasına yerleşiyor. “Burası gayet güzel bir aile… Bizim için çok güzel şeyler yaratıyorlar. Mesela, özel günlerde odamıza çiçek getiriyorlar. Bakın, orkidem açmak üzere. Bu yılbaşı çiçeğini, buradaki bir arkadaş bir parça kopardı verdi, diktim sulandı, nasıl çiçek açtı bilemezsiniz. Yeni yeni şeyler öğreniyorum burada. Evde olsam kim gelip de bana orkide getirecek? Hobi hocamız Gazel Hanım da muhteşem bir insan. Bir tek gün daha yüzünün gülmediğini, öf dediğini duymadım. Müthiş insancıl.” diye anlatıyor. Sanay Hanım’ın ağabeyi mühendis Cenap Tahir Arıkut da Yakacık Rezidans’ta yaşıyor.
“Rezidanslar birçok şeye imkan açıyor”
Rezidansta en çok neyi sevdiğini sorduğumuzda, “Birçok şeye imkan açmaları” diyor. Darüşşafaka nasıl çocukların içindeki yetenekleri çıkarıp onları geliştirebilecekleri ortamı sağlıyorsa, Rezidanslarda da ileri yaştaki bağışçıları için aynı şeyi yapıyor. “Herkesin içinden bir kıvılcımı bulup çıkarıyor. Şahane bir şey. Mesela burada hobi hocamız Gazel Hanım’ın teşvikiyle bir koro kuruldu, ne güzel şarkılar öğrendim, çok hoşuma gitti. O kadar çok kapı açtı ki o bir gruba, o kadar zevk alarak gidiyorlar ki… Bir üyemiz 79 yaşına kadar eline fırça almamış, burada 200 tablo yaptı. Nerede bulursunuz siz böyle imkanı? Benim için ise el işleri... Mesela hobi hocamız Gazel Hanım fikir veriyor, gidiyorum hemen çarşıya oyalar falan alıyorum, hemen yapıyorum. ‘Çok güzel oldu’ diyor, hadi bir sürü ondan üretiyorum… Yani sevdiğin bir şey için hemen bir kapı açılıyor. Bizim bir Pamir kafemiz var. O kafenin de ufacık bir mutfağı var. İsteyen orayı kullanabiliyor. Ben pasta ve kek yapmaya çok meraklıyımdır. Mesela frambuazlı cheesecake yapıyorum, herkesi davet ediyoruz, herkes çaya inerken oraya geliyor. İdareden de arkadaşlar geliyor. O kadar hoşuma gidiyor ki. Bir şey yapmanın, misafir ağırlamanın zevkini veriyor bana. İşte buranın bu yönleri çok güzel. Dikiş dikme, yemek pişirme, şarkı söyleme, resim yapma zevki veriyor. İşte, bunu hiçbir yerde bulamazsınız. Bunların öteki ihtiyarlar evlerine örnek olmasını istiyorum. Çünkü ihtiyarları siz mutlu edersiniz, bir tabak yemekle, temiz tutarsan bitti gitti. Ama yaşamak o değil, yaşama böyle güzel şeyler girecek. Bana sevdiğim şeyleri yapmam için fırsat veriyorlar. Hem de pohpohlayarak... Ben Amerika’dayken simit yapmasını öğrendim, Levent’teki bir simitçiye mektup yazdım, öyle güzel bir tarif vermiş ki. Burada da çok simit sevenler var, herkese simit yapacağım, bundan sonraki projem o olacak.”
El işlerine çok meraklı olan Sanay Hanım, Yakacık Rezidans’ta her yıl Darüşşafaka yararına düzenlenen kermes için aylarca çalışarak birbirinden güzel el işleri üretiyor. Yemek masası için örtüler, bebek elbiseleri, neler neler… “Bunlar bana enerji veriyor, hayat veriyor.” diyor.
Adnan Sokullu, Darüşşafaka için, “Benim ailem burası. Benim neyim var neyim yoksa Sanaycım Darüşşafaka’nın biliyorsun değil mi?” dermiş. Yakacık Rezidans açıldığında da o dönem Darüşşafaka Cemiyeti’nin yönetim kurulunda görev yapan Adnan Bey eşine, ‘Sanay, bizim sonumuz burası’ demiş. “O hep benim kulağımda kaldı. Maalesef kendisi sağken gelemedik buraya. Adnan’ı kaybettikten sonra o hep aklıma gelirdi, ‘Bizim sonumuz burası’... Hemen müracaat ettim. Çünkü kocaman evde tek başıma kaldım. Ne yapacağım? Tek başına hayat geçmez ki. Hiçbir anlamı yok. Hastayken ‘Sanaycığım, Soropları bırakma ben gidiyorum.’ derdi. O hep kulağımda, ne onu ne Darüşşafaka’yı bıraktım. Onun için çok mutluyum burada hakikaten. Darüşşafaka’yı ve Darüşşafakalı öğrencileri çok seviyorum.”
Emekli savaş pilotu Zübeyir Batur, “Yılların yorgunluğunu burada atıyorum. Çok mutlu ama bir o kadar da yorucu bir hayatım oldu. Burada ise mutlu ama dinlendirici bir hayatım var. Çok da güzel bir tesis. Daha iyisi olur mu? Ben, Amerika’da da huzurevlerini gezdim, buradan daha iyi değildi. Personel de çok nitelikli... Canla başla çocuklar koşturuyorlar, annelerine babalarına hizmet eder gibi ediyorlar.” diyor.
Geçtiğimiz yıl Darüşşafaka Urla Rezidans’ta yaşamaya başlayan emekli savaş pilotu Zübeyir Batur, Urla Rezidans’ın uzun yıllardır özlemini çektiğim sakin ve sorunsuz yaşam ortamıyla kendisine yazma olanağını sunduğunu belirtiyor. Öyle ki şimdilerde “21. Yüzyılda Mustafa Kemal Atatürk” ve “Marjinal Diyaloglar” diye iki kitabı birden yazdığını söylüyor. Türk Hava Kuvvetleri’nde 28 yıl boyunca görev yapan, Hava Kuvvetleri’nin ihtiyaçlarına yanıt verecek uçakların tespit edilmesinde görev alan, başta F-16’lar olmak üzere pek çok uçakta ilk tecrübe uçuşu yapan ve çok sayıda pilot yetiştiren Zübeyir Batur’la Urla Rezidans’ta bir araya geldik.
1938’de İstanbul'da doğuyorsunuz. Geri kalan hayat hikayenizi sizden dinleyebilir miyiz?
Evet, Feriköy’de doğdum. Harp yılları nedeniyle her sınıfı ayrı okullarda olmak üzere ilkokulu Kızılçullu Köy Enstitüsü Uygulama Okulu’nda tamamladım. Orta mektebi Buca Ortaokulu’nda; liseyi ise İzmir Namık Kemal Lisesi’nde bitirdim. Ardından ailemin etkisiyle Ankara’ya gittim ve konservatuara girdim. Yıl 1954’tü. İki, iki buçuk sene kadar şan ve piyano bölümünde eğitim aldım. Baritondum. Sonra kanıma bir virüs girdi, pilot olacağım diye kaçtım oradan ve 1957 yılında ailemden habersiz Hava Harp Okulu’na girdim. 1959 yılında subay çıktım. Böylece 42 yıl sürecek uçuş serüvenim başladı. 28 yılını Türk Hava Kuvvetleri’nin muhtelif filolarında bombardıman pilotu olarak uçtuktan sonra 1985 yılında Hava Kuvvetleri’nden kendi arzumla emekli oldum.
Zübeyir Batur:
Hava Harp Okulu’na girmek çok da kolay olmasa gerek. Hangi süreçlerden geçtiniz?
O yıllar Hava Kuvvetleri’nde pilot ihtiyacı vardı. Çünkü ABD, Türkiye’ye yüksek miktarlarda uçak hibe etmişti. Onun için öyle ince eleyip sık dokumadılar. Aradıkları fiziki özelliklere sahiptim. Önce İzmir Gaziemir Hava Üssü’nde başlangıç eğitimi gördük. Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun (MKEK) imal ettiği Türkiye’nin ilk askeri eğitim uçağı Uğur Türk tayyaresiyle (MKEK-44 Uğur) uçtum. Ahşap bir uçaktı. Arkasından İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa cephesinde Amerikalıların kullandığı T-6 Texan Harvard uçağıyla eğitime devam ettim. Hava Kuvvetleri’nde geçen hizmet yıllarımda 20’den fazla tip uçakta uçtum ve filo komutanlığı yaptım. Bu uçaklar arasında; F-84G, F-84F, F-100, F-4E, F-86, F-16, F-18, F-20 sayılabilir.1967 yılında ABD’ye gittim.
Neden?
Güney California Üniversitesi’nde (University of Southern California) uçak kazalarını inceleme ve önleme eğitimi aldım. Oradan döndükten sonra jet hava bombardıman uçaklarında uçtum. 1969-70 yıllarında öğretmen pilot olarak Pakistan Hava Kuvvetleri’ne tayin oldum ve orada uçtum. 1974 yılında ilk F-4 fantom uçakları eğitimi için ABD’ye gittim ve ilk iki filonun modernizasyonunda görev aldım ve filo komutanlığı yaptım. 1977-79 yıllarında İtalya’da NATO karargahında görev aldım. Yurda döndükten sonra muharip uçak projesinde değerlendirme pilotu olarak çalıştım. Bu görevim sırasında Hava Kuvvetleri’ne alınacak ve ortak imalata dayanan bir uçağı tespit etmek üzere dünyaya açıldık. İşte, “Hangi tayyareyi imal edelim Türkiye’de? Hava Kuvvetlerimizin hareket ihtiyaçlarına cevap verecek uçak hangisidir?” diye tayyare arıyoruz. ABD’ye gittik. Teksas’ta General Dynamics firmasının F-16 uçağıyla tecrübe uçuşları yaptım. Böylelikle de F-16 ile uçan ilk pilot oldum. Tarih 18 Şubat 1983 idi. Oradan Missouri’ye gittim, F-18’lerle uçtum. Ardından F-20’lerle. Netice itibarıyla Millî Savunma Bakanlığı’na verdiğimiz brifingle F-16 uçağı seçildi.
Türkiye için doğru bir karar mıydı?
Çok doğru bir karar. Halen dünya hava kuvvetlerinde birinci hat ağır bombardıman uçağı olarak görev yapıyor.
Başka uçakların da Türkiye’ye getirilmesinde görev aldınız mı?
Tabii… 1983-1984 yıllarında VIP ve hafif nakliye uçak tedariki projesinde görevlendirildim. Nakliye uçaklarıyla tecrübe uçuşlarından sonra CN-235’i seçtik. Yine isabetli bir karar oldu. Halen Hava Kuvvetlerimizde 52 adet CN-235 nakliye uçağı uçuyor. Bizden sonra Deniz Kuvvetleri de sipariş verdi. Bunlar hep Türkiye’de imal edildi. VIP uçağında ise yaptığım deneme uçuşlarının ardından Gulfstream uçağı alındı. Hava Kuvvetleri’nde uzun yıllar öğretmen pilotluk yaptım, çok sayıda pilot da yetiştirdim. Son birkaç Hava Kuvvetleri Komutanı talebemdir. İbrahim Fırtına, Bilgin Balanlı da talebemdir. Bundan gurur duyuyorum. 1985 senesinde Hava Kuvvetleri’nden emekli oldum ve akabinde Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TAI), döndüm ve 1999 senesine kadar F-16’larda hem program menajeri olarak hem de tecrübe pilotu olarak uçtum. Sonra oradan ayrıldım, uçuş bitti, tayyare bitti yani ben de kendimi emekliye sevk ettim.
Hiç kaza yaptınız mı?
Evet. 1960 senesinde Manisa’da alçak uçuş yaparken yüksek gerilim tellerine çarptım. Tayyare yandı. Neyse ki Allah deliler ile çocukları korurmuş. Aldı beni, kurtardı.
Türk Hava Kuvvetleri’nde görev yaptığınız yıllara dair unutmadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
Bandırma’da hava bombardıman 160. Filo’da uçuyordum. İki uçak bir muharebe görevine çıkmıştık. Yanımdaki tayyarede sınıf arkadaşım, sonradan şehit olan merhum Ayhan Apaydın vardı. Tam dönüyoruz ki, Ayhan yakıt arızası olduğunu söyledi. Tabii şimdi sınıf arkadaşım, rütbemiz üsteğmen, çok da tecrübeli değiliz. Üstelik yanımızda da meydan var. Çok ciddi bir acil durum olmamakla beraber biraz evvel söylediğim şeyleri bir araya koyarak Balıkesir’e inelim dedim. Tabii acil iniş izni istedik. İzin için pilot ismini sordu kule, “Batur” dedim. Bize öncelik sağlamak için bütün tayyarelere ikinci bir emre kadar telsiz sükutu emri verildi. Piste indik. Arkamızda ambulans ile bir yangın arabası, tepemizde bir helikopter. Ayhan da rahmetli yanıma park etti. Kanadın bir ucunu açtım, üs komutanı selam duruyor, yanında karargah komutanı ve en az otuz kişi… Birden nefes alamadım, kaskı çıkartamıyorum, ter bastı, her tarafımda süzülüyor. “Ayhan” dedim, “Benim gördüğümü sen de görüyor musun?”. Tabii kaskı çıkardığımda her şey anlaşıldı. İniş izni istediğimde soyadımı söyleyince beni o dönemin komutanlarından Muhsin Batur sanmışlar. Komutan bizi azarladı. Biz de hemen uçaklarımıza atlayıp Bandırma’ya geri döndük.
Peki, emekli olduktan sonra neler yapıtınız?
Boş durmadım tabii… Ankara’da İNTA Uzay Sistemleri AŞ’den teklif aldım. Dört sene oranın uluslararası askeri danışmanlığını yaptım. 2003’te artık dinleneyim dedim ve Bodrum’a yerleştim. Yazmaya başladım. Hava Kuvvetleri’nde geçen 28 yıllık uçuş hayatımı ve sayısız anılarımı “Bir Savaş Pilotunun Anıları” isimli bir kitapta topladım. Bu günlerde ikinci baskısı çıkacak olan kitabım kendisini takip edecek olan 7 kitabımın da başlangıcı oldu. Ardından “İran’da Kıyamet Senaryoları”nı çıkardım. Onu meyhane adabını anlattığım “Meyhane Sohbetleri”, “Gökyüzü Savaşçıları” ve “Kanatlı Şövalyeler” izledi. Şiir kitapları çıkardım. 1970’ten sonra şiir yazmaya başladım. Aşağı yukarı bin şiir var hafızamda. Son yıllarda daha çok hiciv yazıyorum. 100’e yakın hiciv yazdım. En son “Bir Şiirdir Yaşam” isimli kitabım çıktı. Şimdi de “21. Yüzyılda Mustafa Kemal Atatürk” ve “Marjinal Diyaloglar” diye iki kitabı birden yazıyorum, Urla Rezidans’ta yazmak için bol vaktim var.
Peki, Darüşşafaka’yla tanışma öykünüze gelelim, Darüşşafaka Urla Rezidans’ta yaşamaya nasıl karar verdiniz?
Darüşşafaka Rezidansları’ndan dostlarımın tavsiyesiyle haberdar oldum. Gelip görünce bundan sonraki hayatım için en ideal yer olduğunu anladım. Geçtiğimiz aralık ayında da Urla Rezidans’ın bağışçısı oldum ve burada yaşamaya başladım. Birbirinden değerli yaşıtlarımla birlikte yaşlılığımın değil ama yarım kalan mutluluğumu yeniden yaşıyor, paylaşmaya devam ediyorum. Darüşşafaka uzun yıllardır özlemini çektiğim sakin ve sorunsuz yaşam ortamıyla bana yazma olanağı veriyor ve ben bu sayede yeni kitaplarımı dostlarımla paylaşıyorum. Bu nedenle Darüşşafaka’ya minnettarım.
Urla Rezidans’ta hayat nasıl gidiyor, alışmakta zorlandınız mı?
Benim özlediğim bir hayattı buradaki… Yılların yorgunluğunu burada atıyorum. Çok mutlu ama bir o kadar da yorucu bir hayatım oldu. Burada ise mutlu ve dinlendirici bir hayatım var. Çok da güzel bir tesis. Daha iyisi olur mu? Ben, Amerika’da da huzurevlerini gezdim, buradan daha iyi değildi. Personel de çok nitelikli... Canla başla çocuklar koşturuyorlar, annelerine babalarına hizmet eder gibi ediyorlar. Rezidansa geldikten sonra günün 24 saati benim oldu. Bol bol vaktim var. İşte bu nedenle aynı anda iki kitap yazabiliyorum. Hemen hemen her ay birkaç yerde söyleşim oluyor ve birikimlerimi paylaşmanın mutluluğuyla ile zamanımı geçiriyorum.
Gelelim şu an üzerinde çalıştığınız Atatürk’le ilgili kitaba… Nasıl bir kitap olacak?
Atatürk kitabına çok önem veriyorum. İstiyorum ki, yenilikler getiren bir kitap olsun. Atatürk’le ilgili yazılmış 105 kitap topladım dünyadan. Ne yazık ki henüz Türkçeye çevrilmemiş olan Prof. Dr. Arnold Ludwig’in dünya liderlerini birçok kritere göre değerlendirdiği ve sadece Atatürk’ün 1. sırada yer aldığı kitabının ilgili bölümlerini çevirdim. “21.Yüzyılda Mustafa Kemal Atatürk” ismini verdiğim bu kitap hayatımın en heyecan verici ve bir o kadar da onur verici kitabı… Değişik bir yaklaşımla dünyanın Atatürk’e bakışını yıllardır dış basından topladığım oldukça kapsamlı bir arşivle yansıtmaya çalışıyorum. Çalışmalarım ilerledikçe Batı’nın Atatürk’ü 20. yüzyılın lideri seçmekteki haklılığını gururla izliyorum. 400 sayfasını geride bıraktığım kitabımı Cumhuriyetin 100. yılında tamamlamayı hedefliyorum. Dolayısıyla ben hep odamda bilgisayarıma kapanıyorum, bunun dışında benim düşünmemi gerektirecek bir şey yok, cennet gibi bir yer, görüyorsunuz işte.
Darüşşafaka’ya yaptığınız bağışın annesi ya da babası hayatta olmayan çocuklara kaynak yaratması sizin için ne ifade ediyor?
Şimdi tabii çok köklü bir müessese. 1863’te Sultan Abdülaziz döneminde onun verdiği fermanla kurulmuş bir eğitim yuvası. En eski sivil toplum kuruluşu diyebiliriz. O günden bu yana zeki ama okuma imkânları olmayan çocukları alıp, ülkemiz için pırıl pırıl gençler olarak yetiştiriyor. Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nı bir kere ziyaret ettim. Gurur duydum. Gözlerim yaşardı. Bu gençlere ne verirseniz karşılığını alırsınız. Dolayısıyla böyle bir müessesenin yaşatılması için hepimize görev düşüyor. Benim bir oğlum bir de kızım var. Kızım ABD’de yaşıyor, beş üniversite bitirdi. Biz okumanın önemine inanmış bir aileyiz. Her çocuğun en iyi koşullarda okuması arzusundayız.